osmanlı ekonomisi, osmanlı devlet ekonomisi, son dönemde osmanlı ekonomisi, 19 yüzyıl osmanlı ekonomisi
19. Yüzyılda Osmanlı Devleti Ekonomisine Genel Bir Bakış
Kuruluşundan 2 asır sonra dünyanın en güçlü imparatorluklarından biri haline gelen Osmanlı Devleti, 16. yüzyılda gücünün zirvesine çıkmıştı. "Bilindiği gibi modern çağın başlarında (16. yy.) Asya'da, Afrika ve Avrupa'da askeri, mali ve teknik olarak en büyük gücünü Osmanlı Devleti teşkil etmekteydi. Bu çağın başlarında, Osmanlı imparatorluğu çağın en büyük askeri mekanizmasını kurmuş, bu durum diğer alanlara da yansımıştır. Osmanlı imparatorluğu'nu bu seviyeye getiren dinamikler; çağın en düzenli ordularına, en ileri muhasara kuvvetlerine ve gelişmiş teknik araçlara sahip olmasındandır." Ayrıca Osmanlı Devleti'nin fethettiği yerlere yönelik olarak takip ettiği siyaset, yerleştirdiği köklü program, refah, adalet uygulamalarındaki hassas davranmaları, yerli halkların gelenek ve göreneklerine karışmaması ve hatta gelişmelerine bile imkan tanıması idi. Yukarıda belirtilen bütün bu etkenler, Osmanlı Devleti'ni evrensel bir konuma getirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu 16. asırda Asya ve Avrupa'daki yükselişleri devam etmiş, Afrika'daki genişleme 16. yüzyıl boyunca muazzam bir duruma gelmiştir. "Osmanlı Devleti, Orta Avrupa'nın tamamını kendi egemenliğine sokmuş, Avrupa'nın en güçlü iki devleti olan; Avusturya-Macaristan ve Şartken imparatorluklarını da Viyana kuşatmasıyla büyük bir baskı altında tutmuştur. Osmanlı Devleti'nin 16. ve 17. yüzyıldaki üstünlüğü II. Viyana bozgununa kadar devam eder. Viyana bozgunu ile Osmanlı Devleti Avrupa'ya karşı askeri, mali ve teknik sahalarda git gide gerileyecektir." 18. yüzyılda ise Avrupa'ya karşı üstün konumunu kaybedecektir. Bu durum Avrupa'ya üstün bir güç ve intikam fırsatını verecektir. Osmanlı Devleti'nin bu gerileme durumunu kaçınılmaz kılan unsurlar şunlardır:
"16. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde imparatorluk stratejik bakımdan aşırı genişlemenin sınırlarına gelmişti. Büyük bir ordu; asıl cephe olan Orta Avrupa'ya yerleştirilmişti. Geniş bir donanma Akdeniz'de hareket halindeydi. Osmanlı askerleri; Kuzey Afrika, lige, Kıbrıs ve Kızıl Denizde çarpışıyordu. Kırım'da yükselen Rus gücüne karşı koyabilmek için takviye kuvvetlerine ihtiyaç vardı. Yakın Doğu'da bile rahat bir Osmanlı kanadı yoktu: çünkü tabanı Irak'ta ve daha sonra da İran'da bulunan Şii kesimin egemen Sünni uygulama ve öğretilerine karşı direnmesiyle İslam âleminde ortaya çıkan yıkıcı dinsel bölünme idi."
Osmanlı Devleti'nin, bu yüzyılın sonunda, bu durumunu koruyabilmesi için yapılan harcamalar ve insan gücü elden çıkan topraklardan elde edilen gelirlerin yerlerine alternatif kaynakların bulunamaması ve ayrıca 17. yüzyılın başında tımar sisteminin zayıflaması, Osmanlı Devleti'ni zora düşürmüştür. Ayrıca 17. ve IX. yüzyılda Avrupa'da girişilen sanayi devrimi sonucunda Avrupa devletleri merkezi güç kazanmışlar, bu durum ise Osmanlı Devleti'ni olumsuz yönde etkilemişti. Bu düşüşün diğer bir nedeni ise, İmparatorluğun içyapısındaki dengenin sarsılmasıdır.
"Avrupa'da bütün bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti, daha ziyade iç sorunları ile meşgul olduğundan, bu gelişmeleri takip edebilecek yeterli bir teknik kadroyu oluşturamıyordu. Bu sebeple 17. ve 18. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti Avrupa'ya karşı gerilemiş ve 19. yüzyıla girildiğinde ise Avrupa'da yükselen sanayi ve bunu temsil eden devletler ile ilişkiye daha çok ticari yönden ağırlık vermeye başlayacaktı. Bundan sonra Avrupa sanayisi için Osmanlı İmparatorluğu paha biçilmez bir hammadde kaynağı ve pazar idi."
19. ve 20. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin Batılı devletlere karşı vaziyetine gelince; yukarıda da belirtildiği gibi, 18. yüzyıl sonunda sanayi devrimini tamamlayan Avrupa dünyası 19. yüzyılda kendi hareket alanını genişletmek amacıyla az gelişmiş ülkelerle siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmaya başlamışlardı. "Avrupa kapitalizminin bu yüzyıldaki öncüsü ise İngiltere idi." İngiltere bu yüzyılda Batı Avrupa'daki rakiplerine karşı giriştiği mücadeleyi kazanmıştı. İngiltere bu yüzyılda serbest ticaret doktrinini dünyada kabul ettirme çabalarını yoğunlaştırmıştı. 19. yüzyılda İngiltere'nin sömürge ülkelerine karşı benimsediği ilke şu idi: "Mümkün ise gevşek bir denetim ile ticaret, mutlaka gerekli ise tam yönetim ile birlikte ticaret." düşüncesi idi. İngiltere'nin 19. yüzyılda Osmanlı Devleti ile daha önce kurmuş olduğu siyasi ilişkilerine bu yüzyılda ticaret boyutunu da katarak, bu yüzyıl boyunca ağırlığını ticari alana kaydıracaktır. Osmanlı Devleti ile olan siyasal ve ekonomik ilişkisi sömürge şeklinde olmayıp askeri, ekonomik ve ticari yönden, İngiltere'nin artan bir baskısı altına girecekti. Ancak Osmanlı Devleti'nin bu yüzyılda merkezi bir yönetime geçmesi, İngiltere'nin Osmanlı Devleti aleyhine planladığı ticari denetimi zorlaştırıyordu. Osmanlı Devleti'nin merkezi bürokrasisi İngiltere ve diğer Avrupa devletleriyle olan ticari münasebetleri sınırlı kalmakta idi. İngiltere bu ticari münasebetleri daha çok imparatorluk içinde egemen ve güçlü sınıflarla işbirliği yaparak kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemeye çalışıyordu. Fakat merkezi bürokrasi bu işbirliğini engelliyordu. Bu nedenle merkezi bürokrasi ile olan ilişkilerini İngiltere düzeltme gereğini duyacaktır.
"Bu şartlarla kapitalist devletler ve sermayedarlar genişleme sürecini dünya ekonomisiyle bütünleşmeden yana olan, ancak siyasal güçleri sınırlı toplumsal sınıflarla ittifaka giderek değil, merkezi bürokrasi ile adım adım uzlaşarak yürütmek zorunda kalmıştır.
Merkezi bürokrasisi açısından dünya kapitalizminin ticareti ile bütünleşme ve bunun beraberinde getireceği yapılanma, tekelle/indeki, siyasi iktidarın kaybedilme riskini de beraberinde getirecekti. "
Çünkü bu yakınlaşmalar siyasi iktidara ortak olacak toplumsal sınıfların güçlenmesine yol açıyordu. Bu durum zaten Osmanlı Devleti'nin yapısında mevcut olan; ancak kaldırılmasına çalışılan bir durumdur. "Bu dönemde II. Mahmud, eyalet özelliklerinin kaldırılması çalışmasını tamamlamıştı. Eyaletlerde derebeyleri, eşrafları ve başkentteoturan yeniçerileri ezerek merkezi otoriteyi kurmayı başardı." Bu nedenle Osmanlı Devleti dünya kapitalizminin yararına olacak sıkı ilişkiye uzun bir zaman direnecektir. Ancak merkezi bürokrasinin tekelini savunan devletler, örneğin Osmanlı Devleti, dış güçlere karşı olan mücadelelerinde her zaman başarılı olmamışlardır. Osmanlı Devleti'nin bu yüzyılda içine düştüğü siyasi, askeri ve mali bunalımlar, Osmanlı Devleti'ni Avrupalı devletlerle (İngiltere, Fransa) ittifak kurarak ilişkiye geçmesini zorunlu kılmıştır. "Osmanlı Devleti'nin 19. yüzyılda buna benzer bir çok siyasi buhranının olması emperyalist devletlerin özellikle de İngiltere'nin kısa vadeli askeri, siyasi ya da mali desteği karşılığında, o devletten ticari ayrıcalıklar veya büyük yardım projelerinin gerçekleştirilmesi yönünden bir takım tavizler kopartılmış ve kopartılan bu tavizlerin açtığı kapıdan diğer emperyalist devletler de girmiştir." Böyle bir duruma düşen devletler adeta emperyalist devletlerin rekabet alanına dönüşüyorlardı.
19. yüzyılın başında İngiltere sanayi devrimini tamamlamıştı. Kendi çıkarlarına dayalı sistemi egemen kılmak için giriştiği savaşlar dizisinde Fransa'yı yenerek rakipsiz duruma gelmişti. Dünya pazarlarında İngiltere sanayisi ile rekabet edebilecek ülke kalmamıştı. Ancak sanayi devrimini hala tamamlayamayan diğer Avrupa ülkeleri yüksek gümrük hadleriyle İngiltere'yi kendi pazarlarına sokmamaya çalışıyorlardı. İngiltere için tek çare ticaret ve sermayesi için azgelişmiş ülkelerin pazarları ve hammaddeleri idi. Bu pazarları ticarete açmak gerekiyordu. Bu pazarların en önemlisi; az gelişmiş ülkelerin içinde önemli bir yeri ulan ve geniş bir coğrafyanın sahibi Osmanlı İmparatorluğu idi. "Bu yüzyılın ikinci çeyreğinde Osmanlı Devleti'nin Ruslarla giriştikleri savaş yenildi ile sonuçlanmış ve imzalanan Edirne Antlaşması ile de Yunanistan'a bağımsızlık verilmişti. 1830'da Fransızlar'ın Cezayir'i işgal etmeleri ve hemen bir yıl sonra da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın isyanı ile karşılaşıldı. Bu olaylar Osmanlı İmparatorlıığıı'nun içten ve dıştan dağılmasına sebep oluyordu." Bütün bu olaylar karşısında güçsüz kalan Osmanlı Devleti'nin, Mısır Valisi Mehmet Ali Faşa isyanını bastırmak için Rusya'dan yardım istemesi, olaya Avrupa devletlerinin müdahale etmesine yol açacaktı.
Bütün bu olumsuz gelişmelerden sonra güçsüz düşen Osmanlı Devleti'nin, İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin baskılarına karşı uzun süre ayakta kalabilmesi son derece zordu. İşte bu durumda İngiltere, Mısır meselesinin Osmanlılar'ın lehine çözümlenmesi karşılığında, Osmanlı Devleti'nden ticari ayrıcalıklar koparmak niyetindeydi ve imzalanacak bir ticaret sözleşmesi ile Osmanlı'daki yerli sanayi ve zanaatların yıkılmasını hesapladığından, Osmanlı Devleti'nin bu bunalım ve zayıf anını çok bekledi ve bu durumu iyi takip edip siyasi ve ekonomik tavizler koparmanın zamanının geldiğini görmüş ve Osmanlı Devleti'ne siyasi yardım teklifinde bulunmuştur. Osmanlı Devleti bundan sonra tek başına olaylara yön verecek halde değildi. "İngiltere anlaşmanın imzalanması için baştan beri siyasi olayları seyrine bırakmıştı. İşte İngiltere'nin beklediği fırsat Mehmet Ali Paşa bunalımıdır. Mehmet Ali Paşa, Mısır'da çok güçlü bir denetim kurmuş, dış ticareti devlet tekeline almış, elde edilen gelirleri sanayileşmeye ve askeri harcamalara yöneltmişti. Mehmet Ali Paşa'nın bu faaliyetleri İngiltere'nin Mısır'daki çıkarlarına ciddi bir darbe indiriyordu. Diğer taraftan Mehmet Ali Paşa'nın askeri gücü Osmanlı saltanatını tehdit ediyor ve önemli vilayetleri teker teker ele geçiriyordu. Ayrıca Osmanlı'nın kuzey komşusu Rusya'nın da baskısı günden güne artmaktaydı."
Bütün bu bunalımlardan kurtulmak için Osmanlı hükümeti, en uygun yolu İngiltere'ye yanaşmakta bulacaktı. Böylece Osmanlı Devleti, bu yakınlaşma sonucunda ekonomisini İngiltere'ye açarak, karşılığında İngiltere'nin askeri ve siyasi desteğini kazanmayı hesaplayacaktı. Osmanlı Devleti, bu yakınlaşma ile iktisadi ödünler verecek; karşılığında, İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü koruyacak ve buna yönelik saldırılarda Osmanlı Devleti'ne destek verecekti. "Bu yakınlaşma İngiltere için ticari alanda faydalar ve iktisadi yönden gelişme sağlarken, Osmanlı bürokrasisi ise İngiltere'den siyasi destek sağlayacaktı. Böylelikle İngiltere Osmanlı Devleti'yle 1938'deki antlaşmasıyla hem Osmanlı Devletiyle girişeceği iktisadi ilişkilerde engelleri ortadan kaldırdı ve hem de dış ticarette tekelleri ortadan kaldırarak derin bir nefes alacaktı." Karşılıklı çıkara dayalı olan bu yakınlaşma sonucunda İngiltere ve Osmanlı Devleti arasında bir ticaret sözleşmesi imzalandı.
1838 Ticaret Sözleşmesi'yle Osmanlı İmparatorluğu dünya çapında bir müstemleke kurmak isteyen İngiltere'nin etki alanına girecek ve İngiltere'nin buraya yapmış olduğu ihracat % 11 gümrük vergisine rağmen gitgide artış gösteriyordu. Ayrıca gümrük duvarları açısından 1838 antlaşmasının önemi Osmanlı Devleti'nin bir daha geri dönmemek üzere bu antlaşmayı kabul etmesidir. Yani yerli tüccarların tekelleri kırılmış, yabancı tüccarlara ise nefes aldırtmıştır. Bu antlaşma diğer Avrupa devletleri tarafından daha da aşağılara indirmek ve İngiltere'nin elde ettiği ticari imtiyazları koparabilmek için, Osmanlı Devleti'nin zor duruma gireceği askeri, mali ve siyasi bunalımın oluşmasını beklemişlerdir.
"Osmanlı hammaddesinin Avrupa'ya akması açısından JS3H Ticaret Sözleşmesi önemlidir. Bu antlaşmanın en önemli yanı, dış ticaretteki tekel üzeni (Yeddi Vahid) ile merkezi devlerin ihracata özel sınırlamalar ve ek gümrük vergileri koyma gücünün ortadan kaldırılmasıdır. Bu durum tamamen yerli tüccarların aleyhine bir durum idi. Nitekim 1838 ticaret antlaşmasında ortadan kaldırılan Yeddi Vahid ile Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın elindeki dayanakları alıyor, oradaki sanayileşme hamlelerini ise çökertiyordu."
Bu nedenle Osmanlı Devleti 1838 Ticaret ve Gümrük Antlaşması'nı kabul etmekle gümrüklerin üstündeki egemenliğinden vazgeçmiş oluyordu. 1838 sözleşmesi, yabancıların Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupalı tüccarların ticari düzenlerini pekiştiriyor, yasa karşısında yabancılar üstün kılınıyordu. Bu tavizleri elde eden İngiltere, genel olarak Osmanlı Devleti'nde, özel olarak da Mısır'da çok derin bir nefes alacaktı. "Osmanlı Devleti'nin bu antlaşma ile ihracatta olağanüstü gümrük vergileri uygulama hakkından vazgeçmesi, uzun vadede olumsuz, sonuçlar doğuracaktı. 1830'lu yıllara kadar uygulanan olağanüstü gümrük vergileri, özellikle de savaş yıllarında, maliyeye (savaş masraflarını karşılamak amacıyla) ek gelir sağlamak için başvurulan bir yöntemdir. Osmanlı Devleti'nin bu uygulamadan vazgeçmesi, özellikle savaş yıllarında Osmanlı maliyesini, başvurabileceği önemli gelir kaynağından mahrum bırakıyordu."
19. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde kapitülasyonlara ek olarak ticari sözleşmelerle yabancılara Osmanlı topraklarında tam bir ticaret serbestisi tanınarak ülke ekonomisi temelden baltalanacaktı. Liberal ekonomi sistemini savunan ama bu sistemi kendi ülkelerinde uygulamaktan kaçınan Avrupa ülkeleri, kapitülasyonların tam bir sömürge ülkesine dönüştüremediği Osmanlı Devleti'nde, liberal sistemini ticaret sözleşmeleriyle uygulayacaklardır. "Kapitülasyonlar Osmanlı ülkesini sanayileşmekte olan Avrupalı devletlerin tam bir açık pazarı haline getirmekte yetersiz kalıyordu. Osmanlı Devleti kendi ülkesinde uyguladığı bazı ekonomik ve mali önlemler, Avrupalı devletlerin, Osmanlı topraklarında diledikleri gibi ticaret yapmalarını kısıtlıyordu. 1838 Ticaret Sözleşmesi bütün engelleri kaldıracak ve açık pazar olmaya ilk adım başlayacaktı. "
İngiltere ile imzalanan ve Osmanlı sanayi ve tüccarlarının yıkımının başlangıcını oluşturan 1X38 Ticaret Sözleşmesi'nden çeyrek yüzyıl sonra Osmanlı Devleti'nin 1860-61'de içine düştüğü mali bunalımı ile Lübnan siyasi bunalımını fırsat bilen Avrupalı devletleri harekete geçirecekti ve bunun sonucu olarak da 183X ticaret sözleşmesinde de ihracattan alınan gümrük oranlarını %12'den %1'e indiren antlaşma Osmanlı Devleti'ne kabul ettirecektir. Osmanlı Devleti'nin her mali ve askeri bunalımından sonra Avrupalı devletlere taviz vermesi ve gün geçtikçe yeril sanayi ve yerli tüccarların imkanlarının çöküşünün hızlanması, Osmanlı Devleti'ni temelinden sarsacaktır. Nitekim Kırım Savaşı'ndan sonra Osmanlı maliyesi ağır bir bunalım geçirecek ve bu durum Osmanlı Devleti'ni Avrupa'nın para borsalarına açılmasını kaçınılmaz kılacaktır. Bu durum Osmanlı tarihinde yeni bir sayfa açacaktır.
1853'te Osmanlı Devleti'nin, Rusya'nın güney inme politikasına karşı meydan vermemesi, Kırım Savaşı'nın başlamasına sebep olacaktır. Rusya'nın yarattığı tehlike (güneye inme çabaları), diğer Avrupa devletlerinin (özellikle de İngiltere'nin) çıkarlarına dokunmuştur. Bu nedenle Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti ile birleşerek -geçici olarak-Rusya'ya karşı bir Avrupa bloğu meydana getirmişlerdir. Yapılan savaşta Rusya yenilmiş ve 1856'da Paris Antlaşması imzalanmıştır. "Böylece Rusya'nın doğurmuş olduğu tehlike karşısında toprak bütünlüğünü sağlamak ve korumak için, Avrupa devletleriyle ittifak kuran Osmanlı Devleti, bunun karşılığında savaşın mali boyutunu üstlenmek zorunda kalmıştır. Fakat bu yıllarda Osmanlı maliyesinin bozuk olması ve gelir kaynaklarının azalması, Osmanlı Devleti'ni mali darboğaza sokacak ve Avrupalı devletlerin yapmış oldukları askeri masrafları karşılamak için mecburen Avrupa sermayedarlarına, borç para almak için ilk kez başvurmak zorunda kalacaktır. Böylelikle siyasi ilişkilerin gelişmesine paralel olarak malı yardım alanında da borç alınması şeklinde bir ilişki başlayacak ve ilk borçlanma 1854't.e yapılacaktı."
Osmanlı Devleti'nin mali alandaki yıkımı demek olan borçlanma süreci, sömürüyü daha da geliştirecek ve devletin birçok mali kaynaklan daha sonra ipotek altına girecekti.
"Bu dönemde, dış ticaretin hızlı bir şeklide genişlemesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya pazarları için hammadde ve gıda maddeleri üretiminde önemli bir yere sahip olması ve uzmanlaşması ile başlayan yeni bir boyut kazandı. 1854'deki ilk dış borçlanma ile başlayan yabancı sermaye girişi daha sonra çeşitli alanlardaki dolaysız yatırımlarla devam etti." Osmanlı Devleti'nin Batı'ya karşı olan mali ve ekonomik direnci dış borçlanma ile beraber kırılacak ve Batılı devletler ele geçirdikleri fırsatları Osmanlı maliyesinin daha da bozulması yönünde kullanacaklardı.
"Görüleceği gibi Bab-ı Ali, Londra'da Palmer, Paris'te Goldschmid kurumları ile 24 Ağustos 1854'te bir sözleşme yaparak 3.000.000 İngiliz lirası borç aldı. Osmanlı tarihinde alınan bu ilk borca Mısır'dan alınan vergi karşılık gösterildi. İkinci borçlanma İngiltere ve Fransa'nın kefaleti sağlanarak 1855'te Rotschild kurumu ile 5.000.000 Sterlinlik bir sözleşme imzalandı. Bu borca karşılık da İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleriyle Mısır vergisinin birinci borçlanmadan artan kısmı gösterildi. Ayrıca sözleşme gereği alınacak paranın sadece savaş masraflarına karşılık olarak kullanılması, bunu kontrol etmek üzere İngiltere ve Fransa hükümetlerinin temsilcilerinden oluşan bir komisyonun kurulması kabul edildi."
Ekonomik yönden gelişmiş Avrupalı devletler, mali bunalım geçirmekte ve hammadde açısından önemli olan azgelişmiş ülkelere verdikleri borçları demiryolları ve alt yapı tesislerine harcamayı dikte ettiriyorlardı. Bunun sebebi, az gelişmiş bağımlı ekonomilerden gelişmiş ekonomilere sahip ülkelere aktarılacak hammadde akımını kolaylaştırmaktı.
"Ekonomisi bozulmuş Doğu ülkelerine yapılan sermaye ihracı merkezci kapitalist ülkelerinin pazarlarına ek imkanlar sağlamış ve kendi sanayilerinin gelişimini hızlandırmıştı. "
Avrupalı devletler 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti ile kurdukları ticari ilişki sonucunda, mali denetimlerini arttıracaklar ve Osmanlı Devleti kısa bir süre sonra almış olduğu borçların faizini ancak ödeyebilecek kadar zayıf düşecekti.
"Osmanlı Devletinin Avrupalı devletlere karşı mali yönden bağımlı hale gelmesi, 'merkezi bürokrasinin güçsüzlüğü ve son yüzyıl (19. yy)da devletin içine girdiği mali ve siyasi buhran ve bunlara uzun vadeli çözüm bulamaması, maliyenin bir türlü düzelememesine bağlıdır. Mali kriz, ekonominin güçsüzlüğünden, vergi gelirlerinin büyük bir kısmına yerel unsurların el koymasından kaynaklanıyordu. Bütçe açıkları, özellikle savaş dönemlerinde öyle durumlara ulaşıyordu ki, değişik olarak yapılan para tağşişlerinin yetmediği gibi, Galata bankerlerinden faizle alınan borçlar da yetmiyordu. Bütün bunlara bağlı olarak Osmanlı Devleti bu dönemden itibaren Avrupa'nın mali boyunduruğu altına girmek zorunda kalmıştı."
Osmanlı Devleti dış borçlanmalarını iki dönemde yapmıştır. Bu dönemlerden ilki; 1854'teki ilk borçlanmadan, Osmanlı Devleti'nin borç ödemelerini sürdüremeyeceğini ilan ettiği 1875-76 yıllarına kadar süren dönemdir. Birinci dönemde alınan borçların özelliği Osmanlı Devleti'nin çok ağır koşullarda ve çok büyük miktarlarda borçlanmasıdır.
Osmanlı Devleti'nin aldığı borçların ağır olduğunu gösteren kanıtta bu dönemde borçlanmaya giren diğer devletlerin, uluslararası mali piyasalardan hangi koşullar altında borç aldıkları incelendiğinde, "Osmanlı borçlanmasından daha hafif şartlarda yapıldığı görülecektir, 1875'e kadar ki dönemde alınan borç /Hıralarla yatırım yapılmamış, sadece eski borçların faizlerin ödenmiş ve Avrupa'dan büyük bir donanma satın alınarak Haliç'e terk edilmiştir. Saray masrafları giderek artmış ve alman borçların büyük bir kısmı Boğaz içinde sarayların yapımında harcanmıştır." Alınan borçların yatırımlara dönüştürülememesi ve yeni kaynaklar oluşturulamaması, lüks harcamaların devam etmesi, Osmanlı Devleti'nin mali bağımsızlığını kaybetmesine neden olacaktı. Biriken anapara ve faizlerin borçlarını ödeyemeyen Osmanlı Devleti 1875'te borçları ödeyemeyeceğini bildirecek ve l876'da da iflasını ilan edecektir.
"Osmanlı Devleti borçlarını ödeyememesine rağmen Avrupa'dan alman borçlar daha ağır koşullarla alınmaya devam edilmiş ve bu borçlar günden güne kabarıyordu. Bu borçlanmadan, Avrupa'daki her kesimin kazançlı olduğunu görünüyordu. Blaisdell'in işaret ettiği gibi "Osmanlı'nın borç almasına izin vermek, spekülasyondular ve bankacılar için kolay ve çabuk kar sağlamak küçük yatırımcılar için de daha yüksek faiz oranları elde etmek fırsatı demekti."
Böylece Osmanlı Devleti, spekülasyoncular ve büyük bankalar, her yıl borç ödemeleri için gereken miktarlardan daha fazlasını Avrupa borsalarından sağlayarak borçlanma furyasını bir kaç yıl daha sürdürdüler. Yeni borç bulmanın zorlaşması durumunda iflas kaçınılmazdı. "1873 yılında, uzun dönemli bir dünya buhranının başlangıcını haber veren borsa krizleri Avrupa ve Amerika'ya yayılınca sanayileşmiş Avrupalı ülkelerden Doğu ülkelerine sermaye ihracı kesilecekti."
Borçlarını ödeyemeyen Osmanlı Devleti beş senelik bir savaşı, belirsizlik ve müzakere döneminden sonra alacakların tahsil edilmesini sağlayacak anlaşmaya varıldı. 1881'de Duyun-i Umumiye İdaresi kuruldu. Osmanlı Devleti'nin belli başlı gelir kaynaklan Avrupa sermayesinin denetimi altına alındı ve bu fonlar doğrudan doğruya Osmanlı dış borçlarının ödenmesine yöneltildi. Böylece kurulan Duyun-i Umumiye İdaresi, ihracata yönelik tarımsal üretimi artırmayı hedeflemiştir. Bununla de vergi gelirleriyle idarenin el koyduğu gelirler artarken bir yandan da dünya pazarlarına bütün çıplaklığıyla açılmıştır. Bu da Osmanlı Devleti gibi ekonomisi çökmüş bir ülkenin yan sömürge durumuna düşmesini kaçınılmaz kılıyordu.
Borçlanmanın ikinci bölümü ise 1882-1913 dönemidir. Bu dönemi de iki alt döneme ayırmak mümkündür. 1901 yılına kadar yeni alınan borçlar sınırlı kalırken, 1901 sonrasında hem yeni borçlanma, hem de borç ödemeleri hacminde hızlı bir artış görülmektedir. Osmanlı Devleti'nin gelir kaynaklarının önemli bir bölümünün Duyun-i Umumiye İdaresi'ne devredilmesinden sonra merkezi bürokrasi yeni borç anlaşmalarını imzalamakta tereddüt ediyordu. "Ayrıca bu dönem, Osmanlı imparatorluğu için göreli olarak sakin bir dönemdi. Ek harcamalarla dolu savaş bütçelerinin ortaya çıkmaması, merkezi bürokrasiye bütçeyi daha az borçla dengeleme olanağı verdi. Bu dönem Osmanlı, dış borçlanmalarının en düşük düzeyde kaldığı bir dönemdir. Bu arada 1895-1899 yılları arasında küçük bir buhran yaşandı. Bu dönemde meydana gelen buhranın temel sebebi; 1895 sonbaharında patlak veren mali bunalımdır."
"Bu yıllar Osmanlı için zor yıllar olarak kabul edilir. 1895 sonbaharında Ermeniler, Avrupa'nın kendi milliyetçi davaları lehine müdahalesini sağlamak için İstanbul'da bir bankayı basarak rehine aldılar. Bu eylem l897'ye kadar olacak olaylar zincirini tırmandıracaktır." Buhran yıllarına bakıldığında toplumsal olayların zirveye çıktığı ve Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti üzerindeki baskıları ve ayrılık hareketlerinin doğurduğu sorunlar ile mali açmazlar büyümeye başlayacaktı. "Osmanlı Devleti bunların çözümü için gerçek anlamda çözüm üretmekten uzaktı. Ortaya çıkan bütçe açıklarının kapatılması için Osmanlı Devleti önlem noktasında; Osmanlı Bankası ve diğer mali kurumlardan alman kısa vadeli borçların arttırılması oldu. Bu önlemler Avrupa borsalarından daha fazla borç alınması yolunda alılmış adımların ilkini teşkil etti. Bu yıllarda imparatorluğun askeri masraflarının arttırılması, mali darboğazların daha da büyümesine yol açtı. 1891 yılma gelindiğinde, Osmanlı maliyesi, eski borçların faiz ve anapara ödemelerinin ancak artan miktarlarla alınan dış borçlarla karşılanabildiği bir aşamaya gelinmişti. Bu tablo 1876 senesindeki Osmanlı maliyesinden farksızdı. Bu durumda Osmanlı Devleti'nin yapabileceği tek şey; ikinci bir iflasın ilanını yapmaktı. Fakat bu ilan gerçekleşmeden Avrupa'daki emperyalistlerarası ekonomik ve askeri-siyasi mücadele kızışmış ve neticede 1914'te patlak veren 1. Dünya Harbi Osmanlı Devleti'nin iflasının ataya çıkmasını engellemiştir. "
I. Dünya Savaşı öncesi ve savaş yılları ile Milli Mücadele yıllarında siyasi ve ekonomik yapıya gelince; bu dönemde, Osmanlı Devleti'nde 1908'de İttihat ve Terakki'nin zorlamasıyla II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve 1909'da cereyan eden 31 Mart Vakası'ndan sonra "İttihat ve Terakki iktidara kilit adamlarını yerleştirerek ve Sultan Mehmet Reşat'ı etki altına alarak, bundan sonra da ülkenin hakimi konumuna gelecektir. Bu tarihten sonra iktidarını pekiştiren İttihat ve Terakki Partisi, bu yıllarda yaptığı bazı hamlelerle beraber, "yerli burjuvazi Müslüman halkın ticari ve sınai girişimlerinin desteklenmesini isteyecek düzeyde gelişmiş bulunuyordu. Fakat 19. ve 20. yüzyılda Batılı kapitalist devletlere verilen kapitülasyonları tek taraflı olarak Osmanlı Devleti kaldıramazdı. Bu nedenle bu dönemde yerli Müslüman halkın lehine girişilen bu çabalar sınırlı düzeyde kaldı. Buna rağmen Osmanlı İmparatorluğu iktisadi gelişmeyi hızlandırmaya ve buna yönelik politikalar İttihat ve Terakki hükümetiyle beraber güçlenmeye başladı. Bu dönemde ittihat ve Terakki'nin en başarılı çalışması 1913 yılında çıkarmış olduğu Teşvik-i Sanayi Kanunu idi." "Fakat iç pazardaki imkanların gelişmesine ve Teşvik-i Sanayi Kanunu'na karşı I. Dünya Savaşı'na kadar ki dönemde sanayi sermayesi birikimi sınırlı kaldı. Çünkü bu teşvikle ortaya çıkan işletmelerin çoğu da yabancıların veya onların koruduğu yerli gayri Müslimlerce kuruldu." Yerli sanayinin düze çıkarılması ve Müslüman halkın sınai ve ticari alanda derin bir nefes alması kısmen 1. Dünya Savaşı'yla başlayacaktı. Çünkü bundan sonra "İttihat ve Terakki hükümeti İngiltere ve Fransa'ya karşı Almanya'ya yakın bir diplomasi içine girmişlerdi. 1914'te savaşa Almanya'nın yanında giren İttihat ve Terakki hükümetinin kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırma teşebbüsü olacaktır. 1 Ekim- 1914'ten geçerli olmak üzere kapitülasyonların kaldırıldığı ilan edecektir. Bunun üzerine ülkedeki Duyun-i Umumiye İdaresi yetkilerini kaybetti. Hükümet, hem yeni gümrük tarifesi kanunları çıkarabilecek, hem de kağıt para basacak duruma geldi." İttihat ve Terakki hükümeti kaldırdığı kapitülasyonların mali, ekonomik, adli ve idari alanları kapsadığını Avrupa devletlerine bildirecekti. Bundan böyle Osmanlı topraklarında yabancılar için devletler hukuku ilkeleri doğrultusunda işlem yapılacağı bildiriliyordu. Ancak İtilaf Devletleri bu istekleri kabul etmeye yanaşmazlar, bunun üzerine Osmanlı Devleti tek yanlı da olsa kapitülasyonları kaldırmıştır. Bundan sonra Almanya ile birlikte savaşa giren Osmanlı Devleti'nin bu isteklerini Almanya tarafından kabul edilmişse de daha sonra İttihat ve Terakki hükümeti ile gizli bir anlaşma imzalanmış, "eğer diğer devletler kapitülasyonları kabul etmemeleri halinde kendisi için de geçerli olmayacağına dair taahhüt almıştı." Kapitülasyonların tek taraflı olarak kaldırılması, Avrupalı devletlerce pek kabul görmemekle beraber, İttihat ve Terakki hükümetinin bu çabaları Osmanlı Devleti'nin Avrupalı devletlere olan bağımlılığını kısmen de olsa kaldırmaya yönelik bir teşebbüstür. Dört yıllık savaş süresince hükümetin ve bu hükümete yakın bankaların teşvikiyle yeni imkanlar kazanan Türk sermayesi hızlı bir ekonomik faaliyet içine girdi.
Ayrıca bu dönemde İttihat ve Terakki hükümeti imparatorluk içinde birbirleriyle rekabet eden ekonomik güçlerden -Avrupalı devletlerden-, Almanya'dan yana bir tavır almış ve Almanların doğal bir müttefiki haline gelmiştir. Almanya'nın Osmanlı Devleti'ne yakınlaşması sonucunda, Alman yatırımcı bankaları, ülkelerinin ticaret, istikraz ve siyasi işlerinde Orta Doğu'ya yayılmasında İstanbul hükümetini sıçrama tahtası olarak kullanmayı amaçlıyordu. "İttihat ve Terakki ise Osmanlı İmparatorluğu'nu, İngiltere ve Fransa arasında bölüşülmesi ve bunların açık pazarı haline gelmesini önlemek amacıyla Almanya'ya yanaşmış, bu durum ise Almanlar'ın çıkarları için bir uyum arz ediyordu. Bu açıdan Almanya yanına Osmanlı Devleti ve bazı devletleri alarak dünya hiyerarşisine karşı geçici ve eksik bir isyana girişecek, fakat savaşta Almanya'nın yenilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu da yenik sayılacak, İttihat ve Terakki hükümeti savaşı kaybedecekti." Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesiyle, Osmanlı Devleti İtilaf Devletleri'yle anlaşmak zorunda kalacaktır. Bu antlaşma imzalanır imzalanmaz ittihat ve Terakki'nin adamları olan Enver-Talat-Cemal paşalar memleketi gizlice terk edeceklerdir. Bundan sonra İtilaf Devletleri Anadolu'nun çeşitli yerlerini işgal edecekler, İttihat ve Terakki döneminde girişilen çabalar sonuçsuz kalacaktır. "İttihat ve Terakki kadrosunun 'İktisadi Milliyetçilik' olarak adlandırılan hükümet uygulamaları, Osmanlı İmparatorluğuna kısmi olarak bir canlanma getirmiştir." Diğer taraftan da imparatorluk İngiltere ve Fransa'nın etki alanından kısmi olarak kurtulup, Almanlar'ın çıkar arenasına dönüşecekti. Bu durum hiç bir şeyi değiştirmemiş, sadece emperyalistlerin Osmanlı Devleti üzerindeki rekabetlerini kızıştırmış, bu ise Osmanlı Devleti'nin durumunu daha da kötüleştirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu son yıllarda Türkiye'deki toplumsal ve iktisadi hayat, hala farklı etnik ve dini öğelerin bir arada yaşadığı bir yapı yansıtmaktaydı. Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler daha çok şehirlerde yaşamakta ve tarım dışı sektörlerde yeni ticaret ve sanayi-imalat işlerinde çalışmaktadırlar. Yerli gayri Müslimler, Osmanlı İmparatorluğu'nun dış ve iç ticaretinde, madencilik ve sanayi sektörlerinde Müslümanlara göre çok daha önemli bir yeri ellerinde tutuyorlardı. Yine bu dönemde Anadolu tarımında ihracata yönelik üretimin geliştirilmesi, yeni tekniklerin kullanılmasında da, Rum ve Ermeni çiftçileri daha önde gelmekteydi.
"Osmanlı siyasal birliğinin dağılışı sırasında emperyalist güçlerin, Anadolu'yu parçalamaya yönelik politikaları, Türkiye'de yaşayan Türkler'le, Rum ve Ermeniler arasında acı bir düşmanlık ve silahlı çatışmaya yol açtı. Anadolu'da Müslüman nüfuzun ezici çoğunluğuna rağmen, Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermeni devleti kurmak, Batı ve Kuzey Anadolu'yu Yunanistan'a katmak düşüncesi gerçekleşmedi. Fakat Anadolu'nun etnik yapısının değişmesini zorunlu kıldı. Yerli Ermeniler'in Osmanlı İmparatorluğunu işgal, eden devletlerle işbirliğine gitmeleri nedeniyle Osmanlı Devleti, duruma müdahale edecek, silahlı hareket bastırılacaktı. Büyük çapta göç ve tehcir, Anadolu'daki etnik yapıyı değiştirmiştir."
Yukarıda anlatılan bütün bu olumsuzluklara ek olarak sanayi ve ticaret gibi önemli alanlarda Müslüman yerli halkın yekin olmaması, Anadolu Türkiyelinde bir ekonomik çöküntü meydana getirmiş ve bu olumsuzluklar Kurtuluş Savaşı boyunca da devam etmiştir. Ancak, Mustafa Kemal'in başlattığı milliyetçi hareket, Anadolu'yu düşmanlardan temizleyip, otoriteyi kurduktan sonraki ekonomik darboğazlar, başıboş bırakılmış araziler, çökmüş sanayi-imalathaneleri ve tarımsal etkinliklere yeni bir canlılık verilmeye çalışılacak ve Türk milletinin kazandığı siyasi bağımsızlığın verdiği taze ruhla bu işe koyulup, yeniden Anadolu'yu başlan başa imara koyulacaktır. Atatürk'ün deyimiyle; "siyasi bağımsızlık, iktisadi bağımsızlıkla mümkün olacaktır."