Sufi ve tasavvuf kelimeleri Kur'ân ve hadislerde zikre¬dilmediği gibi, sahabe ve tabiin devrinde bilinen kavramlar da değildir. Sufi; Tasavvuf ehline verilen isim ve sıfatlar arasında en çok tutulanıdır. Suhreverdi, mukarrebunu sufiye, abrarı mutasavvıfa anlamında kullanmaktadır. Sufinin, Cenabı-ı Allah'a kurbiyetten, ruh makamına yükselen kişi olduğunu, mutasavvıfanın ise zühde hayatına özenen kimse olduğunu söylemektedir. Hicri II. asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram "sufi" kavramıdır.
Sufi ve tasavvuf kelimeleri Kur'ân ve hadislerde zikre¬dilmediği gibi, sahabe ve tabiin devrinde bilinen kavramlar da değildir.
Sufi; Tasavvuf ehline verilen isim ve sıfatlar arasında en çok tutulanıdır. Suhreverdi, mukarrebunu sufiye, abrarı mutasavvıfa anlamında kullanmaktadır. Sufinin, Cenabı-ı Allah'a kurbiyetten, ruh makamına yükselen kişi olduğunu, mutasavvıfanın ise zühde hayatına özenen kimse olduğunu söylemektedir. Hicri II. asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram "sufi" kavramıdır. İlk defa "sufi" lakabıyla anılan zat, bir rivayete göre Cabir b. Hayyam el-Kufi (ö.150/767), bir başka rivayete göre ise Ebu Haşim el-Kufi'dir. Her ikisi de Kufeli olan bu zatların durumları nazar-ı itibara alındı¬ğında "sufi" kavramının önce Kufe ve Basra'da ortaya çık¬tığı söylenebilir.
Tasavvufi terim olarak ise. İlahi bir feyz olarak kâinatın sırlarını bilme kudretidir. Tasavvufla ilgili şeyleri okuyup ta bu ne istir demeyin. Zira tasavvuf kâl degil, hâl isidir.(Magnolia) tasavvuf, mana âlemi ile ilgili bir duyuş, düşünüş, ve inanış sistemidir. Bu sistemde sadece Allah'ın birliği değil, Allah'ın varlığı ve onun yegâne mutlak varlık olduğu esasına dayanir. Buna göre insan da Allah'tan kopmuş bir nurdur ve geçici bir sure için beden kılıfına burunmustur. Bundan dolayıdır ki insana büyük saygı duymak gerekir. (mutasavvıflar insanları çok severler sevmelidirler) tasavvuf düşüncesine bağlananlara Mutasavvıf denir.
Tasavvuf bir terbiye, hatta dünyaya bakış sistemidir. Ki Türk Tasavvufi hayatında müzikte önemli olmuş ve Tasavvufla beraber sufileri hale sokmuştur. Tasavvufla birlikte ortaya çıkan Tekke tabiri, İbadetlerin çoğunluğu yapılan tekkelerde yapılmaktadır. Yani Tekkelerin yapımı da önemli hale gelmiştir. Günümüzde hala Bektaşi Tekkelerinin varlığı bilinmektedir.
Tasavvufa girmeyi; Kıymetli elbiseyi hırkaya, ipekli kumaşı yün kumaşa değişmek olarak da adlandırılışı görülmektedir. Bu duruma Mistik Müslümanlık anlayışı da denmektedir. Anadolu'da âlimlerin devlet adamları tarafından desteklenmesi bu anlayışın gelişmesini de sağlamıştır.
Türkiye'nin her tarafında bulunan bu teşkilatlanmaların yalnızca iman gücünü artırmakla değil aynı zamanda dini ve sosyal fikir propagandalarıyla halkı harekete geçirdikleri de bilinmektedir. Yine Türk âlimleri Sivas Medreselerinde yetişmiş Türklerin kendi kültürel kimliklerine uygun yaşamalarını sağladıkları gibi devlete ve halka tesirde bulunarak oluşturdukları medrese kültürünü yayıyorlardı. Medreselerin ortaya çıkardığı düşünce yapısında sosyal düzene taraftar Tasavvuf hareketleri filizleniyor, bu şekilde Sivas'taki dini hayatta düzenlenmiş oluyordu.
Bu tanımlardan sonra Tasavvufun-Sufizmin gelişiminden bahsetmek gerekmektedir;
Hicri ilk iki asrın zahid-sufi'leri genellikle Basra, Kufe ve Horasan'dan yetiştikleri halde III.-IV. asrın sufi'leri İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinden ortaya çıkmışlardır. Basra, Kufe ve Horasan, tasavvufi canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdat, bu zaman aralığında büyük mutasavvıfların çıkışı için gerekli zemini hazırlamıştır. İlk tasavvufi eserler, bu
Dönem de kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu tarihten itibaren sadece tabirler, ıstılahlar, ekiller ve zahiri şeyler değişmiştir; ancak esaslar hep aynı kalmıştır.
Bu kapsamda sonradan gelen büyük mutasavvıfların ve bazı filozofların tasavvuf terimlerinin önemli bir kısmını Basra merkezli İhvan-ı Safa'dan aldıkları söylenebilir. Bununla birlikte Risalenin birçok yerinde din, felsefe, akli ve pozitif ilimlerle birlikte tasavvufi erdemlere de büyük önem vermiştir.
Hakikatin ancak ruhun temizlenmesi suretiyle elde edebileceğini söyleyen İhvan-ı Safa, böylece sufi'lerin anlayışına yaklaşır; fakat sufi'lik yolunu bir sistem olarak değil de sadece üstün bilgiye ulaşmak için zihni bir vasıta olarak kullanır. Onlar, nefis duruluğu için hem din, hem de dünya meselelerinde doyuma ulaşmanın lüzumuna inanırlar. Bunun için, insanın gücü ve kabiliyeti oranında tevhide ulaşması, eşyanın hakikatlerini ve evrenin sırlarını araştırması ve maddi ihtiyaçlarını yeterince temin etmesi, bunları yaparken de Allah'a kulluk ederek, O'ndan yardım dilemesi gerekir.
Risaleler'de gaye ruhları süslemek ve ahlâkı düzeltmektir. İhvan-ı Safa nazarında, insan, iyi ahlak sayesinde insan mertebesinden çıkıp melek mertebesine yükselecek ve bozulu âlemi olan bu dünyadan kurtulup ebediyet mertebesi olan Allah'a ulaşabilecektir. Şu halde İhvan-ı Safa'da ruhun arınması, ahlâkın tek ölçüsüdür denilebilir.
Onlar, ahlâkı, ruh arınması üzerine temellendirmekte ve ahlâkı, ilimden; aksiyonu, teoriden üstün tutmaktadırlar.
Ruhun arınmasında önemli işlevi olan kalp, İhvan'a göre, organların en soylusu, her duyunun merkezi ve tüm duyguların sığınak yeridir. Tüm duyular ve algılanan eyler önce kalbe iletilir. Kalp bunların anlaşılması için beyine ulaştırır.
Bunun yanında kalp gözü ve basiret gözü gibi kavramları da kullanan İhvan için, asıl körlük kalp gözünün körlüğüdür.
Var olanlara kalp gözüyle bakabilmenin yolu olun zühd sayesinde insanların, başka birçok erdemli davranışı elde etmesi mümkündür. Zühdün zıddı olan hasletleri, dünyaya rağbet etmek ve ihtiraslarının kurbanı olmak eklinde tasavvur eden İhvan, bu özelliklerin düşük ahlâk, kötü fiiller ve çirkin eylemlere uymakla ortaya çıkacağını düşünür.
Aşırılıkların girdabında kaybolmadan dünya ve ahret dengesini kurmaya çalışan İhvan için, Allah'a ibadet yalnızca namaz ve oruçtan ibaret değildir; bilakis dünya ve ahiretin her ikisinin imarıdır. Çünkü Allah, her iki tarafın da imarını irade eder. Dolayısıyla her kim ayırt etmeksizin dünya ve öte dünyanın ıslahına çalışırsa, Allah karşılığını ona sunar.
Anadolu'da XIII. yüzyılda faaliyet yürüten mutasavvıflar arasında:
Konya'da Evhadüddin-i Kirmani (ö.635/1237), Mevlana Celaleddin-i Rumi (ö.672/1273), Şems- i Terbi zi, İbn-i Arabi (ö.638/1240), ve onun en önde gelen temsilcisi Sadreddin-i Konevi (ö.673/1274), Sadreddin-i Konevi'nin müridlerinden ve Şeyh-i Ekber'in bazı musannefatını şerheden Müeyyedüddin Cendi (ö.691/1292) ile İbnü'l-Fariz (ö.632/1235)'in Kasade-i Taiye'sine şerh yazan Sadeddin-i Fergani (ö.699/1300), Mağribli Afifüddin Tilimsani; Tokat'ta kendi mürid ve müntesibi MuınüddinPervane'nin yaptırdığı hangahta irşad faaliyetini sürdüren Lemeat sahibi Fahreddin-i İraki (ö.688/1289); Kayseri ve Sivas'ta Mirsadü'l-İbad müellifi Necmuddin-i Daye (ö.654/1256); Kırşehir'de Ahi Evran (ö.660/1261) ve mutasavvıf bir halk ozanı olan Yunus Emre (ö.720/1320)'yi sayabiliriz.
XII. yüzyılda Anadolu'da yaygınlaşmaya başlayan tasavvufi düşünce(şehirlerde genelde suni düşüncenin olduğunu hatırlatmak gerekmektedir), iki farklı çizgide gelişmekteydi:
Birincisi Iraki'ler adıyla meşhur ve genellikle Arap dünyasından gelen, tasavvufun zühd ve takvaya önem veren tahalluk boyutunu benimseyen ahlakçı sufiler ile keşf, marifet ve vahdet-i vücud gibi tahakkuk boyutuna önem veren ârif sufilerin temsil ettiği çizgiydi.
Kadirilik ve Rıfailik mensupları gibi tasavvufi hayata hız kazandıran akımlarla Muhyiddin İbnu'l-Arabi ve Sadreddin-i Konevi gibi tasavvufi düşüncenin kuramcıları, bu çizginin en önemli temsilcileridir.
İkinci çizgi ise Horasaniler diye ifade edilen, Maveraunnehir ve Harizm bölgelerinden gelen ve daha çok cezbeye önem veren mektepti. Bu ekolün en önemli temsilcileri ise:
Şehabu'ddin es-Sühreverdi (ö.635/1238), Necmuddin-i Kübra (ö.623/1226), Bahauddin Veled (ö.635/1238), Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi (ö.637/1240), Necmeddin-i Razi (ö.654/1256) ve Fahreddin-i Iraki (ö.685/1286)'dir. Bu iki ana çizginin sentezi on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında Mevlana Celaleddin-i Rumi (ö.672/1273) tarafından gerçekleştirilen Mevleviliktir.
Selçuklu hükümdarları sufilere karşı samimi bir tutum sergileyip fethettikleri bölgelerde onlar için tekkeler inşa etmekteydiler. Bunun bir örneği, 545/1150 yılında Amasya'da bina edilen Hankah-ı Mes'udi'dir.
HETERODOKS TARTIŞMALARI
Bu tartışmalarda Aleviliğin de tartışıldığını ve bu konuda çokça yayın bulunduğunu ifade etmek gerekmektedir. Şiiliğin Anadolu'da yayıldığı bir dönemde bu yaşam biçimi de ortaya çıkmıştır. Hatta Rum Türkleri Şii bir mezhebe mensuptur ve tek kelime ile Alevidir görüşü Babinger'e aittir.
Yine H.z Ali Türk kültüründe o kadar önemsenmiştir ki birçok değer onun kabullenmesinde ve içselleştirilmesinde kolaylaştırıcı rol oynamıştır. Bu kültürlerin farklı biçimde ortaya çıkışı da sayılabilir. Yine geometrik süslemelerde Hz. Ali yazıları dikkat çekmelidir. Türklerin Tasavvuf ehli olan H.z Ali'ye bu yaklaşımı Hz. peygambere sadakat olarak ta algılanabilir.
Heterodoks sözcüğü, "farklı" anlamına gelen Yunanca Heteros ve "öğreti, düşünce" anlamındaki Doxa sözcüklerinden oluşur. Ana akımdan sapmış olan anlamına gelir. Bu kavram, dini gruplar arasında kendilerini kutsal metne ve din kurucusunun gösterdiği yola en uygun davranan gruplar tarafından azınlıkta kalan gruplar için kullanılmıştır. Ancak Heterodoks kabul edilen gruplar kendilerini Heterodoks değil aksine Ortodoks (Sahih) görürler.
Bu sözcük ayrıca, belirli bir düşünce, ideoloji alanında ana akıma bağlanmayıp, merkezi iktidarın diliyle konuşmayan, farklılıklara açılan düşünme ve davranma biçimi diye de tanımlanabilir.
Örneğin Osmanlı iktidarının dini kimliğinin (Ortodoks İslam) Sünniliğin Hanefilik kolu olmasına karşın, imparatorluk tebaası olan Müslüman halkın büyük bölümünün inançları çeşitli versiyonlarıyla sufiliğin popüler veya entelektüel biçimleri, yani Heterodoks İslam'dı. (bkz: Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik, Hurufilik).
Batıda rasyonelliğin gelişimini ve bu gelişimin dini ve sosyo-ekonomik unsurlarını açıklamaya çalışan Weber'e göre; bir dinin vazettiği değerler kadar, o dinin tarih içerisinde temel taşıyıcısı olan toplumsal gruplar, başta "iktisat ahlakı" olmak üzere, o dinin temel gelişiminin şekillenişinde, açılımında etkilidir.
Weber'e göre; dünya dinleri arasında karşılaştırma yapıldığında, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam orijinleri ve gelişimleri itibariyle Budizm ve Konfuçyünizm gibi Doğulu dinlerden daha monotheistik, etik ve rasyonel bir karakter taşır. Weber (1958: 399)e göre; büyüsel bir dünyadan, bu dünyaya yönelik büyüsel unsurlardan ilk kopuş ve arınış, yani "dünyanın rasyonel, etik kavranışı", "aşkın, kadir-i mutlak, her yerde hazır ve nazır bir tanrı düşüncesinin gelişimi Yahudilikle başlar ve bu gelişim çizgisi Calvinism'le Batıda tamamlanır.
Treiber (1991,35)'e göre;
Weber bir dinin rasyonellik düzeyinin birbiriyle ilişkili iki temel ölçüte vurularak anlaşılabileceğini belirtir: Bunlardan ilki; "bir dinin kendisini ne denli büyüsel unsurlardan arındırmış olduğu", diğeri ise; bu dinin "ne denli tanrı ve dünya ilişkisini sistematik bir bütünlükle inşa ederek dünya ile etik" bir ilişki kurup kurmamasıdır.
Batıda gelişen dinsel rasyonelliğin, özellikle de, Protestanlığın kökenlerini Yahudilikle temellendiren Sombart (1951), özellikle Yahudiliğin sahip olduğu ikircikli Heterodoxy-Orthodoxy Tartışmaları ve Türk Fütüvvet Teşkilatı (Ahilik) anlayışının batıda sermaye birikiminin gelişiminde etkin olduğunu söyler.
Weber (1958) Batıda gelişen dinsel rasyonelliğin niçin Yahudilikle değil de, Calvinism'le tamamlanabildiğini şu şekilde açıklar: Yahudilik, tüm monotheistik, etik rasyonel özüne ve büyüsel unsurlardan kendisini olabildiğince arındırmış olmasına rağmen, hiçbir zaman grup-içi ve grup-dışı ayrımına dayanan ikircikli, düalist etik anlayışını aşamamıştır. Oysa Protestan mezhepler, özellikle de Calvinism "dünya içi züht" anlayışını belli bir toplumsal kesimle sınırlı tutmayıp, tüm toplum kesimlerine yayarak Batıda evrensel bir etiğin gelişimini sağlamıştır.
Weber'e (1968) göre; İslam dini, doğuşu itibariyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi tek tanrıcı dinlerden birisi olmasına rağmen, İslam Dünyası'nda batılı anlamda kapitalizmin gelişmemesinin nedeni; İslam tarihi içerisinde dinin toplumsal taşıyıcısı ve "iktisat Ahlakı"nı belirlemiş olan grupların, maddi ve maddi olmayan koşullarında aranmalıdır.
Ona göre; İslam dini Mekke'de rasyonel, etik, monoteistim bir din olarak doğmasına rağmen, Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra, dinin güçlenmesi ve yaygınlaşması gibi politik ve faydacı amaçlarla hareket ederek savaşçı bedevi Arap kabilelerine tavizler vermesi sonucunda İslam, bu temel niteliklerini kaybetmiştir.
Bunun sonucunda Weber, İslam dininin savaşçı Arap kabilelerinin dindarlık biçimine dönüştüğünü ve Medine dönemiyle birlikte dinin temel taşıyıcısı olan gurupların daha çok savaşçı Arap bedevileri olduğu tezini ileri sürer.
Weber'e göre; İslam dininin rasyonel, etik ve monoteistim özünü yitirmesinin diğer önemli tarihsel nedeni, esnaf ve sanatkâr gibi, şehirli "civic" küçük burjuva kesimler arasında, kökenleri Hint mistisizmine dayanan Heterodoks, mistik, öbür dünyacı tasavvuf anlayışının yer etmesidir. (Weber 1958: 269).
Hatta Weber'e göre; İslam dünyasında "ifratçı ve tefekkürcü (contemplative) sufizm ve derviş dindarlığı" diğer toplumsal tabakalarla karşılaştırıldığında, en derin ve güçlü biçimde esnaf ve tüccar gibi şehirli gruplar arasında yer etmiştir. Ona göre; bu Müslüman küçük burjuvazi toplulukları (kardeşlik örgütleri), "Hıristiyan Tertiarian'larla" benzerdir. Fakat "Hıristiyan Muadilleri"nden daha gelişmişlerdir. Ancak O, şehirli tabakaların dindarlık biçimleri açısından bakıldığında, Ortaçağ İslam dünyası ile Batı dünyası arasında temelli farklılıkların olduğunu söyler.
Batıda şehirli tabakalar ve ortaçağ asketik tarikatlarında "Takdir-i ilahinin inayeti ve Püriten ve Metodikliğin ahlaki yenilenişi" ve her türlü "bireysel kurtuluş arayışları gelişirken, İslam dünyasında şehirli tabakalar arasında sadece "ifratçı ve tefekkürcü tasavvuf" ve "derviş dindarlığı" gelişmiştir. (Weber 1958: 284).
Weber, İslam dünyasında hicri ikinci yüzyıldan itibaren gelişen tasavvufun ve sufi hareketlerin bir taraftan halk dindarlığı ile birlikte İslam'ın diğer coğrafyalara yayılışında etkin olduğunu; aynı zamanda dinin monotheistik özünü yitirmesine sebebiyet verdiğini de söyler. Zira bir taraftan tasavvuf, tüm büyüsel ve ifratçı (orgiastic) unsurların dinin içerisine girmesine neden olurken diğer taraftan halk dindarlığı, yerel sembollerin ve ritüellerin din içerisinde yer etmesine neden olmuştur. (Turner 1992: 47-48)
Ayrıca, Weber, İslam dini ile tasavvuf ve derviş dindarlığı arasında ciddi farklılıklar olduğunu söyler. Doğuş devrinde İslam dininin vazettiği kutsal değerler, "biraz da sağlık, uzun yaşam, zenginlik gibi bu dünyanın somut nimetlerine" yönelik iken, zamanla, özellikle de tasavvufun gelişimi ile tamamıyla öbür dünyacı bir nitelik kazanmıştır (Weber 1958: 277-78).
İlk devir İslami ile tasavvuf arasındaki diğer bir fark, Tanrı anlayışı ve bu anlayışın kaynaklarındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. İlk dönem İslam'ında da aşkın bir Tanrı düşüncesi gelişmiş ve zühtçülük (asceticism) reddedilmişken, Derviş dindarlığının özellikleri, aşkın, varlık ötesi bir Tanrı anlayışından oldukça uzak kalmıştır. Zira derviş dindarlığı, mistik ve ifratçı kaynaklardan neşet etmiştir. Bu sebepten "özü itibariyle Batılı zühtçülükten (çok) uzaktır" (Weber 1958: 325)
Diğer taraftan, İslam dünyasında sufiler, "kurtuluşu kazanmaya yönelik planlı yöntemler" ortaya koymalarına rağmen, bu yöntemler hiçbir zaman "dünyanın rasyonel, aktif düzenlenişine yönelik bir yöntem" haline dönüşmemiştir. Zira sufiler, her zaman "kurtuluşun mistik arayışında" olmuşlardır. Sufilerdeki bu kurtuluş arayışının tarihsel kökenleri tamamıyla Hint ve İran orijinlidir. Sonuç olarak Weber, İslam mistisizmindeki bu gelişmenin Batıda Püriten gruplarda görülen zühtçülüğe dönüşemediğini belirtir. (Weber 1968: 555-6)
Dolayısıyla, sufilerin öğretileri, arasında zaman zaman "dünya-içi zühtçü" anlayışa sahip olanlar görülse de, genelde kurtuluşu "örnek bir yaşam" ve "tefekkürcü ve kayıtsız-ifratçı yaşam" ile ilişkilendiren, insanı "tanrısalın kabı" ve Tanrıyı "statik bir durum olarak kendisine ancak tefekkür yoluyla ulaşılabilen ve şahsiyeti olmayan bir varlık" olarak görür. Ve örnekçi peygamberlik (examplary prophecy) ve mistiklik anlayışı üzerine temellenmiştir.
Oysa Batıda, şehirli gruplar arasında rasyonel etik, aşkın bir yaratıcı anlayışına sahip, "dünyadan isteklerini tanrı adına yapmaya" çalışan, aktif zühtçü, misyonerci peygamberlik (missionary, emissary prophecy) anlayışı yer etmiştir. (Weber 1958: 285)
Sonuç olarak Weber'in yaklaşımında, tefekkürcü ve ifratçı-mistik bir tasavvuf anlayışının esnaf, sanatkâr ve tüccar gibi küçük burjuva şehirli gruplar arasında yer etmesi sadece rasyonel bir kapitalizmin, İslam dünyasında gelişmesini değil aynı zamanda geniş toplum kesimlerinin din anlayışının etik, rasyonel ve monotheistik özelliklerden yoksun olmasına neden olmuştur.
BATINİLİK
Bâtınilik mezhebinin kurucusu Hasan bin es-Sabbah' tır. İsmaili'ler diye de anılmaktadırlar. Mezhebin kurucusu Hasan Sabah son derece zekidir. Araplarla Türklerin ilişkileri düşünüldüğünde Şii Arapların varlığı Bâtıniliğin Anadolu'da yayılmasına neden olduğu ortaya çıkacaktır.
Batıni nesil, kuşak, iç, karın boşluğu ve görünmeyen şey anlamlarını taşımaktadır. Bu kelime Arapça B-T-N fiil kökünden türemiş olup görünmeyen saklı, yaratılmışların bakışlarına ve düşüncelerine kapalı olan herkesin ulaşamayacağı bilgi anlamına gelmektedir. Başka bir kaynakta "Gizli olmak bir şeyin iç yüzünü bilmek" anlamındaki "batn" veya "bütün" kökünden türeyen batın kelimesinin nisbet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir de denmiştir ." ç ve
Belirtmek" kelimelerinden türemiş olan Bâtıniliğin diğer bir anlamı ise "kutsal kitabın gizli anlamı" yâda "içerdekini aramak"tır. Tam olarak onun yerini alan, açığa çıkan kelime, bu tefsir'in anlamını açıklayan ad tevil'dir. Bunlara göre kısaca Batıniyye "gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü bilenler" anlamına da gelmektedir.
Bâtınilikten ilken İbni Batuta bahsetmiştir.
Terim olarak "her zahirin bir Bâtıni ve her nassın bir te'villi bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O'nunla ilişki kurmuş masum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar" olarak tarif edilebilir.
Bâtınilerin ortaya çıkışından sonraki bir buçuk asır süresince Bâtıni imamları gizli kalmıştır. Bâtıniler bir bakıma "propagandacılar (Dai)" silsile-i meratibi tarafından idare edilmekteydi. Bunlar birbirlerinden uzak bölgelerde İsmaili merkezleri tesis ettiler. Irak, Basra körfezi şehirleri ve ran gibi yerlerde başarılı oldular. H. 289-294 / m. 901-906'da İsmaili'lerin bir kolu olan Karma tiler Suriye ve Mezopotamya'da tehlikeli bir önemsiz bir isyan çıkardılar. Diğer Karmatiler ise, Bahreyn'de iktidarı ele geçirip bir asırdan fazla propaganda üssü olarak kullanılar. Diğer bölgelere ve özellikle de Yemen'e Dailer gönderildi. Orada dava büyük bir önem kazandı ve gizli imam saklandığı yerden ortaya çıkarak h. 297/m.909'da kendisini "Mehdi" unvanı ile ilan etmiştir.
BABAİLER İSYANI
Kalenderi ve Haydari gibi isimlerle anılıp tasavvuf kisvesine bürünen ve Türkmen boyları arasında aşırı Batıni fikirleri yayan bu babaların Anadolu'da gerçekleştirdikleri ilk dini-siyasi hareketi, "Babailer İsyanı" adıyla tanınır.
Bu isyanı çıkaran henüz İslam'ı hazmedememiş Şamani inançlara sahip Baba İlyas tarafından çıkarılmıştır.
Baba, Türkmenlere Selçuklu devletinin yıkılacağını ve yeni bir devlet kurulacağını vaat ediyordu. Babailer isyanında Türkmen boylarının da bir kısmı yer almıştır, O dönemde Türkmenlerin Baba İlyas'a bağlılıklarından dolayı kendilerine Babailer denmiştir. Bu isyan tipik köylü isyanı olarak ta görülür.
Babailik, Osmanlı Devleti'nin teşekkülü döneminde Geyikli Baba, Abdal Murat, Doğulu Baba gibi alperenler vasıtasıyla etkili olmuştur. Baba İshak isyanı sonucunda Babai ismi hoş karşılanmamış ve itibar kaybına bürünmüştür. İtibar kazanmak için Babai ismini kullanmayan Babailer, kendilerini XIV. asrın ilk yarısında vefat eden Hacı Bektaşi-Veli (ö.738/1337-38)'ye nispet ederek Bektaşilik adıyla faaliyet yürütmüşlerdir.
Oysaki Hacı Bektaşı Veli; mezhepler üstü adamdır, ayrım yapmaz, onda bütün insanlığa açılan bir kucak vardır. Bu kucak Kur'an ve Peygamber kaynaklı hizmeti amaçlayan insan sevgisiyle dolu bir kucaktır.
Baba İshak taraftarlarının yanında, Anadolu'da çok sayıda Kalenderilik, Haydarilik, Cevlakilik ve Hurufilik gibi birçok batıni zümreler bulunmaktaydı. Baba İshak'ın müridleri kendisine "Baba Resul" veya "Baba Resulullah" demekte ve ona peygamber nazarıyla bakmaktaydılar. İdam edildiğinde onun öldürülmediğine, bilakis yardım getirmek için göğe çıktığına inanmaktaydılar.
Bu tür tespitlerin yanı sıra, kaynaklarda Baba İshak'ın zühdi bir yaşam sürdüğü, sürekli oruç tuttuğu, kimseden bir şey almadığı ve istemediği, çobanlık yaptığı esnada hayvanlara son derece şefkatli davrandığı, herhangi bir problemi olan kişilere yardım ettiği ve zaviyesinde ibadetle iştigal ettiği şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı,
Halkın kendisine veli nazarı ile baktığı ifade edilmektedir.
Baba İshak'ın bazı yanlış dini inançları olmakla birlikte, isyan etmesindeki en büyük etken, o dönemdeki idarecilerin halkla yakın temas kuramaması, halkın sorunlarıyla ilgilenmemesi, onların beklentilerine cevap verememesi, yapılan bazı haksızlıklar, özellikle de II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in sefih bir hayat sürmesi ve kötü idaresidir.
Bu isyanın Sadreddin Konevi döneminde olduğu ve Sadrettin Konevinin bu isyana tavır koyduğu da bilinmektedir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.