Türk Tarihi Üzerine Çalışmalar ( Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ) - [s.29-37]
Giriş
Türklerin dörtbin yıllık bilinen tarihlerinde, başta Asya, daha sonra da Avrupa ve Afrika kıt'alarında çok değişik coğrafyalarda devlet kurmaları ve yaşamaları, her zaman dünyanın ilgisi çekmiştir. Zira dörtbin yıllık bu uzun dönemde, Çin, Hint, Fars, Bizans, Arap ve nihayet Batı kültürü ile karşı karşıya gelen ve iç içe yaşayan Türklerin, benliklerini kaybetmemeleri, sahip oldukları öz kültürlerini devam ettirmeleri, kendilerinin de ne denli sağlam bir kültüre sahip olduklarını ispat ederken bu medeniyetler arasında etkileşimin ölçüsü hep merak edilmiştir. Bilhassa Karadeniz'in Kuzeyinden Doğu Avrupa'ya, oradan da İtalya ve Fransa içlerine kadar ilerleyen çeşitli Türk kavimlerinin bıraktıkları etkiler ve daha sonra Balkanlarda oluşan Türk asıllı devletler bu ilgiyi daha da artırmıştır. Nihayet doğu-batı ticareti ve İslâm dünyasına hakim olan Türklerin ulaştıkları medeniyetin Batı üzerindeki tesiri, Batılı müsteşriklerin ve seyyahların eserlerine konu olmuştur.
Genel olarak Türk tarihinin temel kaynakları arasında Çin İmparator günlükleri, Arap ve Fars kaynakları, resim, şekil ve damgalar, yazıtlar ve arkeolojik buluntular en önemlileri olarak yer almaktadır. İşte Türk tarihine ait çalışmalar da bu kaynaklara dayanmıştır. Özellikle Çin İmparator günlükleri İngilizceye çevrilirken, ağırlıklı olarak Ruslar tarafından gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda elde edilen değerli buluntular, Türk tarihinin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Daha 1675 yılında Çin'e gönderilen Rus elçisi Nicolaie Milescu tarafından Yenisey'de görülen yazıtlar, İsveçli Yüzbaşı Johann Philipp Tabbert'in Das nord-und östliche Teil von Europa und Asia (Avrupa ve Asya'nın Kuzey ve Doğu Bölümü) adıyla Stockholm'de 1730 yılında yayımladığı kitabıyla ilim âlemine tanıtılmıştı. Buna karşılık Orhun yazıtları, Nikolay Mihayloviç Yadrintsev'in başkanlığındaki Rus heyeti tarafından 18 Temmuz 1889
Radloff'un okumaya çalıştığı Orhun kitabelerini okumak, Onun çağdaşı ve arkadaşı olan Danimarkalı Vilhelm Thomsen'e nasip oldu.3 Thomsen, Radloff'un tesbit ettiği yazıtları okumak suretiyle, Türk dili ve tarihine paha biçilmez bir hizmette bulunmuştur. Orhun yazıtlarının okunması, Türk tarih araştırmalarında milat olarak değerlendirilebilir. Esasen bütün ömrünü buna veren Radloff'un, Türkolojiyi, yani Türklerin manevi ve maddi kültürünü Dünyada tanıtması, Batılı ilim dünyasının ilgisini Türk dili ve tarihine yöneltmiştir.4 Nitekim 1889'da Köl Tigin ve Bilge Kağan bengü taşlarının bulunmasından hemen sonra 1893'te Göktürk yazısının çözülmesi, 1897'de Tonyukuk anıtının keşfi, aynı yıl Kutadgu Bilig'in Mısır nüshasının bulunması, 1898-1914 arasında Doğu Türkistan'da pek çok Eski Uygur Türkçesi metin ve kitapların ortaya çıkarılması,5 1906'da Atabetü'l-Hakayık'ın, 1915'te Divânı Lügati't-Türk'ün keşfi bunun bir sonucudur.
Asya ve Moğolistan'da gerçekleştirilen keşifler sonucu ortaya çıkan olağanüstü medeniyet kalıntıları, Orta Asya'da arkeolojik çalışmaları hızlandırmıştır. Özellikle Rus arkeologlarından M.A. Masson, M. Voronets, G.V. Grigoryev, V.A. Şişkin, A.A. Freiman, A.İ. Vasilyev, V. A. Vorobyev ve A.N. Bernstam gibi arkeologlar önemli buluntular elde etmişlerdir.6 Bu buluntular arasında İskit tipinde oklar, ok ve kamçı sapları, silahlar, altın küpe, gerdanlık, yüzük, toka gibi süs eşyaları, madeni aynalar, çeşitli hayvan tasvirleri v.s. sayılabilir. Özellikle Rudenko asistanı Griaznov'la birlikte Altay dağlarında Çulımanış sıradağlarının Pazırık vâdisindeki Hun kurganlarında gerçekleştirdikleri kazılarda, M.Ö. V ilâ III. yüzyıl arasına ait araba parçaları, at kadavrası, keçe yaygı-duvar örtüsü, çadır direkleri merdiven, masa ayakları, kadın baş takısı ve halı bulunmuştur.7 Dünyanın ilk düğümlü halısı olarak bilinen Pazırık halısı, gerek motifleri, gerekse ince sanat uslûbu bakımından dikkate şayan bir özellik göstermektedir.
Keza Kazakistan'da bulunan Alma-atı şehrinin 50 km. doğusunda Yesik=Eşik Kurgan'da yapılan kazılarda da, M.Ö. V-IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda dört bine yakın altın eşya gün yüzüne çıktığı gibi, üzeri baştan başa altın plâkalar ve aplikasyonla kaplanmış genç bir adamın cesedi de bulunmuştur. Bu Altın Elbiseli Adam'ın başındaki börkün ve elbiselerinin baştanbaşa altınla donatılması ve bu altın plâkalar üzerinde pars, at, dağ koyunu, dağ keçisi, sığır figürlerinin işlenmesi, Hunların faunasında bulunan ve plâstik sanatlarında uyguladıkları aynı hayvan cinslerini hatırlatmaktadır8 Ayrıca bu kazıda Altın Elbi
seli Adam'la birlikte Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazıya da rastlanmıştır. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra Türk tarihçiliği ve Türkoloji alanında önemli gelişmeler olmuştur. 1931 yılında Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması, bu hususta atılan en önemli adımdır. Bundan önceki dönemlerde Türkler tarafından Türk tarihi, hanedanlara dayalı bir anlayışla ele alınır ve yazılırken, bu tarihten sonra, tarihi bir bütün olarak değerlendiren yeni bir yaklaşım ağırlık kazanmıştır. Zira Türk tarihi binlerce yıl geriye giden engin ve bir büyük kültürün eseriydi. Bu kültürün ve tarihin araştırılması, milleti millet yapan ortak değerleri ortaya çıkaracak ve milli birliğin temeli atılacaktı. Nitekim Atatürk'ün bu konudaki görüşü, Türk tarih tezini teşkil etmiştir. Atatürk: "Büyük ve haysiyetli bir millet olan Türklerin tarihi insanlık kadar eskidir. Osmanlılar ve Selçuklulardan önce de Türkler, dünyanın dört bucağında devletler, imparatorluklar vücuda getirmişlerdir. Nerede bir Türk devleti batmış ise, bunun yıkıntıları üzerinde daima yeni yeni devletler kurmuşlardır. Şimdi de böyle bir tarihi an gelmiş çatmıştır. Osmanlı Devleti çökmüştür, fakat tarihi zincir kopmayacaktır"44 sözüyle bu konuda çalışanları yönlendirmiştir.
Nitekim Türk Tarih Kurumu'nun ilk yayınladığı eser Türk Tarihinin Ana Hatları ile Türklerin Medeniyete Hizmetleri, ikincisi ise Piri Reis Haritası olmuştur. Bu akım, uzun müddet Türk Tarih Kurumu'nun öncülüğünde yürütülmüş, gerek ders kitaplarının hazırlanması, gerekse bini geçen ilmi yayın bu şekilde tarih ilmine kazandırılmıştır. Nitekim uluslararası olarak düzenlenen ve 1999 yılında Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yılı münâsebetiyle XIII. sü gerçekleştirilen kongreler, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Türk tarihinin tanınmış ilim adamlarını misafir etmiştir. Kongreler sonucu basılan bildiriler ise otuzbeş cilde ulaşmıştır.
Türk Tarih Kurumu tarafından daha sonraki yıllarda da Türk tarihi ile ilgili pek çok kaynak ve araştırma yayımlanmıştır. Ayrıca 1991'den sonra Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, 1995 yılından itibaren Tanrı dağlarında ve Kırım taraflarında arkeolojik kazılar başlatılmıştır.45 Keza Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın (TİKA) yürütücülüğünde Moğolistan'da Orhun yazıtlarının bulunduğu alanda başlatılan kazılar ve âbidelerin kurtarılması ve eski haline getirilmesi çalışmaları da dikkate değer niteliktedir.46
Türk Tarihinin
Genel Değerlendirmesi
Çin kaynaklarına göre Türklerin tarih sahnesine ilk çıkışları Asya'da Köğmen Dağları'nda idi. Modern tarihçilerin araştırmaları da bu efsaneyi doğrulamaktadır. Nitekim en eski kalıntılara Köğmen dağlarında rastlanmıştır. Köğmen dağlarının kuzey eteklerinde Türkçe adı Kem olan Yenisey ırmağındaki Tagar Adası'nda kalıntıları ilk defa bulunan ve M.Ö. VII. yüzyılda başlayan Tagar adını alan kültür en eski Türklere atf edilmektedir. Tagar kültürü Karasuk kültürü denilen ve M.Ö. II. bine kadar uzanan aynı kıyılarda gelişmiş eski bir kültüre dayanmaktaydı.
Tagar kültürünün verdiği tesirler, doğuya, Göktürk kitabelerinin Ötüken Yış dediği Hangay dağları silsilesi ve Orkun ırmağı kıyılarında "Yassı Taşlar" kültürüne ve Çin'in kuzey sınırına, Ordos, yani "Ordular" denen bölgeye, Türkçe Yaşıl Ögüz denen Hoang-ho (Sarı Su) nehrine varmakta idi. Doğu'da Türklerin yoğun yaşadıkları sahaların sonunda, Sarı Deniz'e doğru Tunguzlar, onların güneyinde Mongoloid ırklardan Çinliler ve Tibetliler ile karışık olarak, yine proto-Türkler ve Türkler yaşıyordu. Çinlilerin "Chou" adını verdiği, Türk olması muhtemel bir boy, bugünkü Çin'in kuzeyinde bir devlet kurmuştu (M.Ö. 1050-249).
Batı'da ise Tagar kültürünün ilişkileri, Türkçe adı Altın Yış olan Altay bölgesi ve Altay'ın Mayemir kültürü bölgesi ile başlıyordu. Oradan da Kama ve İtil ırmakları kıyılarına ve Hazar Denizi'ne uzanıyordu. Türk boylarının yayılma bölgesinin batısında, İranlılarla karışık, fakat Türkler ve Doğu ile de ilgileri olan Saka (İskit) göçebeleri bulunuyordu.
Tagar kültürünün yayıldığı geniş bölgelerde, Çin tarihlerinde adı Tegreg veya Tölis olan Kagnılı Türkleri yaşadığı için Tagar kültürü onlara atf edilmektedir. Tegreg sözü (tekerlek mânâsına) bugün "kağnı" dediğimiz büyük tekerlekli arabaların adı sanılmaktadır. Tegreg Türkleri, kubbeli ve künbed biçiminde olan çadırlarını kağnı üzerine kurar ve öyle göç ederlerdi.
Bugünkü Kazakistan'da bulunan Alma-atı şehrinin 50 km. doğusunda Yesik Kurgan'da yapılan kazılarda, M.Ö. V. veya IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda ortaya çıkarılan ve Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazı bulunmuştur. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır. Buna benzer olarak Altay dağlarında (Altın Yış), en eski mezarlardan olan Pazırık'ta çıkan ünlü sanat eserleri, tunç ve altın levhalar, tokalar, tahta oymaları, at koşumları, geyik maskeleri, renkli keçelerdeki resimli örtüler, kağnı üzerine oturtulmuş çadırlar ve dünyanın en eski düğümlü halısı, yine Türk medeniyetinin ve sanatının seviyesini ortaya koymaktadır.
Orta Asya'dan göç eden Türk kavimleri hariç diğer Türk topluluklarında kültür ve medeniyet gelişerek, fakat bir bütünlük içinde İslâmi döneme kadar birbirinin devamı niteliğinde gelmiştir. Nitekim Doğu'ya Mançurya ve Kore'ye giden Türk kavimleri kültür ve sanat tarihine yenilikler getirdiler. Burada maden işleri ve duvar resimleri ile kendini gösteren bir sanat ortaya çıktı. Avrupa yönüne gidenler ise, gerek diğer Türk kavimleriyle birleşmeleri ve gerekse gittikleri yörelerdeki Sarmat ve Goth gibi boylarla karışmaları ve Bizans'ın etkisiyle bazı ayrı tarzlara da sahip oldular. Buna bağlı olarak Türkler, temasta bulundukları değişik din mensuplarının etkisiyle Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinlere girdiler. Bu suretle de farklı kültür yapıları olarak tapınaklar, mezarlar, balballar ve âbideler ortaya koydular. Bu farklı dini yapılanma, Türk medeniyet ve sanatının iki ayrı yönünü ortaya çıkardı Bunlardan biri, yukarıda belirtilen Müslüman olmayan Türklerin sanatı, diğeri de aşağıda anlatılacak olan Müslüman Türklerin sanatı.
İslâmiyetin Türkler arasında yayılmasıyla Türk kültür ve medeniyetinde de değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle IX. yüzyılda ilk İslâmi Türk eserlerinin belirmesi ile sanat tarihimizde bir dönüm noktasına varılmıştır. Özellikle dini âbidelerde Müslümanlık öncesiyle aşılmaz ifade farkları ortaya çıkmıştır. İslâmi olmayan tapınaklarda mâbud heykelleri ve resimleri bulunuyordu. İslâmda ise dini sanat, maddeden arınmış, manevi anlayışı ortaya koyan timsaller ve yazı ile ifade ediliyordu.
IX-X. yüzyıllarda İslâmiyete girmiş illerden Yinçü-ögüz kıyılarında Sütkent ile Buhara yakınında "Türk Melikinin Şehri" Kökşibagan'daki ribat, mescid ve mezarlık kalıntıları muhafaza edilmiş en eski İslâmi Türk âbidelerindendir.
926 yılı civarında Kâşgar Türk hakanları sülâlesinden Satuk Buğra Han'ın İslâmiyeti kabulü ile burada Müslüman Türk sanatı başlamış oldu. Kâşgar'da X. yüzyılda Budist âbidelerin İslâmiyete vakf edildiği ve böylece Budist Türk sanatının, başlangıçtan beri İslâm sanatına tesir ettiği muhakkaktır. Nitekim X. ilâ XIII. yüzyılların ilk devre Müslüman Türk sanatının özellikleri, aynı devirdeki Türk
Budist sanatı ile büyük yakınlık göstermektedir. Eski "Buyan" yapısı tekke, han, medrese, mescid ve külliyeye; "stûpa"lar türbeye; "ediz ev"ler minâreye çevrilmişti. Keza Müslüman olmayan Türk hakanlarının ongunlarından kartal ve arslan, Karahanlı devrinde İslâmi sanata girmişti. Bu motifler Arapça ibareler ile birlikte karıştırılarak, İslâm sanatı içinde yer aldı; hayvan şekilleri gittikçe geometrik veya bitki türü motiflere benzetildi. Bu suretle Karahanlı sanatı, geçmiş Türk medeniyetinin temellerine dayanarak, kendine has bir İslâmi üsluba varıp, yüksek bir noktaya ulaştığı için, daha sonraki Müslüman Türk sanatının üslubunu tayin etmiştir. Gerçekten de daha sonraki gelişmiş Selçuklu ve Harezmşahlar gibi Müslüman Türk devletlerine bakıldığında, bu devir sanatına kadar uzanan kökleri olduğu görülmektedir.
İslâmın kültür ve sanata getirdiği en önemli yenilik, dini binalardan maddi dünyayı hatırlatan şekillerin silinmesiydi. İslâm Allah'ı her türlü şekil ve tasavvurdan öte ve her şeyden arındırılmış bildiği için heykellere ve resimlere tapmayı putperestlik saymıştır. Bu nedenle heykel ve resimlerin dini binalardan yok olması neticesinde, geometrik ve tabii dekor ve bilhassa Kur'ân yazısı ile olan yazı sanatı gelişmiştir. Bununla beraber Akkoyunlu Devleti gibi bazı devletlerde mezar taşlarının koyun suretinde bulunduğu, Selçuklularda bir kısım hayvan resimlerinin taş oymacılığında kullanıldığı görülmektedir. Kervansaraylardaki ve medreselerdeki mimari üslup ise Selçuklu sanatının zirvesini teşkil eder.
İslâmi Türk sanatın en gelişmiş olduğu dönem ise, bütün İslâm ve büyük çapta Türk dünyasını birleştiren Osmanlı Devleti zamanında olmuştur. Özellikle mâbedler, zamanlarının en mükemmel mimarisini yatsıtmıştır. Bilhassa dini yapıların üzerindeki Osmanlı hat sanatı, İslâm Türk sanatının şâheserleri olarak görülürler. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılarda da eski Türk mezar geleneği olan türbe mimarisi önemli yer tutmuştur. Keza cilt, çini, müzehhiblik gibi geleneksel sanat dallarında da paha biçilmez derecede eserler ortaya konulmuştur.
Asya'da kurulan Hun, Göktürk, Sarı Türgiş ve Uygur devletlerinden ayrı olarak Batı Türkleri olarak niteleyebileceğimiz Avrupa Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Kumanlar Kafkasya, Karadeniz'in kuzey kısımları, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da V. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar varlık göstermişlerdi. Asya'nın daha güneyinde Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu devletleri ile Mısır'daki Tolunoğulları ve Ihşidliler İslâmi dönem Türk devletleri olarak IX. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar varlıklarını devam ettirmişlerdi. İşte, Türklerin İran ve Ortadoğu topraklarına gelişleri, gerek Türk tarihinde, gerekse İslâm ve Avrupa tarihinde ilginç oluşumların başlangıcı olacaktır. Zira Hıristiyan dünyasının Haçlı seferleri düzenlemek suretiyle başlattığı hilâl-haç çatışmasında İslâmın koruyuculuğunu da üstlenen Türklerin, Anadolu ve Rumeli'ye bir daha ayrılmamak üzere girmeleri ve bu toprakları vatan haline getirmeleri, bu tarihten sonra hız kazanacaktır.
Tarih kaynaklarına göre, Türklerin Anadolu topraklarına ilk gelişleri V. yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Ancak, köklü ve devamlı kalmak için gelmeleri XI. yüzyıldır. Önce Selçuklular, ardından da Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla sonuçlanan bu siyasi oluşum, dünya tarihini etkileyen en önemli olaylardan biri olmuştur. Geniş bir pencereden bakıldığında, Türkiye Selçuklularının Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu hızlandıran ve ona sağlam bir zemin hazırlayan bir görevi yerine getirdiği görülür. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla, bir
yerde Avrupa tarihinin de yeni bir mecraya girmesine ve hattâ bugünkü Avrupa'nın şekillenmesine yol açtığı söylenebilir. Zira Osmanlı Türklerinin Rumeli'ye geçişleri, İstanbul'u alarak Doğu Roma'ya son vermeleri, Hıristiyan dünyasının yeni bir biçim ve anlam kazanmasına, kendilerine rakip ve en büyük düşmanları olan bu devletin, ticari yollara sahip olmak suretiyle ekonomik üstünlük kurması, coğrafi keşiflerin gerçekleşmesine ve Avrupa'nın Türklerle olan mücadelesinin farklı bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Diğer bir deyimle Avrupa, bu sayede Avrupa olmuştur.
Türkiye Selçuklu Devleti'nin zayıflamasından sonra Anadolu'da çeşitli Türk boylarına mensup pek çok beylik ortaya çıkmıştı. Bu beylikler içerisinde Kayı boyuna mensup olup Söğüt-Yenişehir-Bilecik bölgesinde Osmanlı Beyliği teşekkül etmişti. Bu beylik kısa zamanda Anadolu'daki beylikleri birleştirerek Türk birliğini kurmuştu. Osmanlıların Türkleri birleştirmelerinin yanında, komşuları Bizans'la da mücadele ettikleri görülmüştür. Nitekim, İstanbul ve civarına sıkışıp kalan Bizans, bu küçük Türk beyliğiyle mücadelede âciz kalmıştır. Bu sebeple Osmanlılar önce Rumeli'ye geçmişler, daha sonra da İstanbul'u alarak, Anadolu ve Rumeli'de geniş topraklara sahip bir devlet haline gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Rumeli'ye geçince Sırplar, Bulgarlar, Macarlar, Venedikliler, Avusturya-Alman İmparatorluğu, İngiltere, Papalık, İspanyollar, zaman zaman Fransa ve Rusya'yla mücadele etmiştir. Doğu ve Güney'de ise her biri birer Türk devleti olan Akkoyunlular, Timurlular, Memlükler, Safeviler ve Karamanoğulları devletleriyle rekabete girmiştir. Sistemli bir devlet teşkilâtına, kuvvetli bir orduya ve maliyeye sahip Osmanlı Devleti, Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de ve Güney'de önemli topraklar elde etmiş, devletin sınırları Kuzey'de Kırım'dan Güney'de Sudan ve Yemen'e, Doğu'da İran içlerinden ve Hazar Denizi'nden Batı'da Viyana ve Fas'a kadar uzanmıştır. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren coğrafi keşiflerle gelişen Avrupa'ya karşı teknik, mali ve askeri üstünlüğünü kaybeden Osmanlı Devleti, yeni gelişmelere ayak uyduramamış ve bu yüzyıldan itibaren dengeler Avrupa devletleri lehine gelişmiştir. XIX. yüzyılda başlayan milliyetçilik akımları ve Rusya ile Avrupa devletlerinin Balkanlardaki milletleri teşkilâtlandırmaları, Osmanlı Devleti'nin büyük topraklar kaybetmesine ve Osmanlı topraklarında bağımsız devletler oluşmasına sebep oldu. Devletin yıkılışında, ötedenberi bir haçlı anlayışıyla hareket eden Batılı devletlerin Osmanlı Devleti'nin paylaşılması demek olan Şark meselesini yürürlüğe koymalarının rolü büyüktür. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanların yanında yer alan Osmanlı Devleti'nin toprakları, bu devletin yenilmesi üzerine İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve Yunanistan'ın işgaline uğradı. Ancak Türk milleti bütün olumsuz şartlara ve yokluğa rağmen düşmanı topraklarından attı. Osmanlı Devleti'nin yerine, Türk kurtuluş mücadelesinin lideri ve seçkin siması Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca devrinin en hoşgörülü yönetimini sağlayan bir devlet hüviyeti taşımaktadır. Gerçekten de beşyüz yıl idaresinde bulunan farklı dinlerden ve ırklardan insanları bir arada tutabilmiş, din ve vicdan hürriyeti sağlamak suretiyle, bünyesindeki milletlerin kültür ve dillerinin muhafazasında önemli bir rolü üslenmiştir. Bunda, bir hukuk devleti olması ve yönetimde katı bir mutlakiyet idaresi yerine, yasama ve yürütmenin meclise dayalı bir hüviyet taşıması önemlidir.
Osmanlı Devleti, kendisinden önce yaşamış bütün Türk devletlerinin kültür, bilim, sanat ve devlet yönetimi birikimine sahip bir devlet olarak, dünya insanlık tarihine bilimsel yönden olduğu gibi, kültür eserleriyle de önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisine has mimarisi, hat sanatı, ciltcilik, taş oymacılığı, çinicilik, süsleme, minyatür gibi sanat alanlarında nadide eserler vücuda getirmiş, öte yandan dünya siyasetinde yüzyıllarca etkili olmuştur.
İşte yakın tarihimiz olan Osmanlı tarihi, bugün Türkiye'de Türk halkının en çok öğrendiği ve onunla millet şuuruna ulaştığı bir tarihtir. Aslında Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi olmamakla beraber, Batı Türklerinin, Avrupa ile gizliden gizliye olan rekabetinde Osmanlı tarihinin ön plâna çıktığı bir anlayışı sergilemektedir. Buna karşılık Avrupa da, Türk tarihinin, Viyana önlerine kadar gelen ve belki de Avrupa'da en büyük istilâyı gerçekleştiren Osmanlı bölümüyle bu sebeple yakından ilgilenmektedir ve Türk imajını Osmanlı ile ifade etmektedir. Nitekim bugün, Avrupa devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yürüttükleri politikalar da büyük çapta buna bağlı olarak tayin edilmektedir. Ancak 1990'lı yılların başı, Türk tarihi açısından yeni bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiştir. Zira, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle, eski Türk coğrafyası yeniden şekillenmiş, dünya siyasetine yeni Türk devletleri dahil olmuştur.
4 Bkz. Sibirya'dan Seçmeler, trc. Ahmet Temir, Ankara 1986 (Aus Sibirien adlı eserinden).
5 1933 yılında Tacikistan'da Hayrâbâd köyünden 3 km. mesafede Zerefşan Irmağı'nın sol kıyısında, Mug dağında A. A. Freiman, A. I. Vasilyev ve V. A. Vorobyev tarafından yapılan kazıda, 81 adet yazılı vesika bulunmuştur (V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve Arkeoloji Tetkikleri, trc. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102, s. 23).
6 V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve Arkeoloji Tetkikleri, çev. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102.
7 E. Fuat Tekçe, Pazırık, Altaylardan bir Halının Öyküsü, Ankara 1993.
8 Bkz. Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972; Ayr. Hasan Oraltay, "Altın Elbiseli Adam", Türk Kültürü, Sayı 100 (Ankara 1971), 303-305.
10 Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927.
11 Tableaux historiques de l'Asie, I-II, Paris 1826.
12 Das Türkenvolkin Seinen Ethnologishen und Etnographischen, Leipzig 1885.
13 Attila ve Hunları, çev. Şerif Baştav, Ankara 1982.
14 Hammer hakkında daha geniş bilgi için bkz. İlber Ortaylı, "Hammer-Purgstall", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XV (İstanbul 1997), 491-494.
15 Geschichte der Osmanischen Reiches (trc. Mehmed Atâ, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, ı-X, İstanbul 1329-1337), ı-X, Pesth 1827-1835.
16 Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara 1970.
17 Hayatı ve eserleri hakkında bkz. Nuri Yüce, "Brockelmann, Carl", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, VI (İstanbul 1992), 335-336.
45 Kırgız arkeoloji uzmanlarından Doç. Dr. Kubat Tabaldiyev ile Türk uzmanı Yrd. Doç. Dr. Rüstem Bozer başkanlığında ilk olarak Tanrı dağlarının Son-Köl bölgesinde açılan kurganlarda başta İskit dönemi olmak üzere Hun ve Göktürkler'e ait iskelet, seramik ve at iskeletleriyle koşumlarına ait buluntular elde edilmiştir. Prof. Dr. Bozkurt Ersoy başkanlığında, Ukrayna'nın Özi ve Akkerman yöresinde yapılan kazılarda da çiniler, lüleler, seramikler v. s. buluntular elde edilmiş olup, Türk Tarih Kurumu'nca yayınlanmak üzere hazırlanmaktadır.
46 1999 yılından itibaren sürdürülen çalışmalarda, özellikle 2000 ve 2001 yıllarında önemli buluntular elde edilmiştir ki, bunlardan Bilge Kağan hazinesi birinci derecede önem taşımaktadır.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.