Osmanlı iktisadi dünya görüşünün ilkeleri ve devlet ve ekonomi konularını ele alırken bu iki konunun bir birini tamamlayıcı özellikleri sebebi ile bu konuların bir arada incelenmesini uygun buldum.
Osmanlı devleti, 14-16. yüzyıllardaki tedrici inkişafı içinde teşekkül eden ana vasıfları ile 'klasik' diye nitelenen hüviyetinde, 19. yüzyılın ilk yarısına kadar köklü bir değişiklik geçirmeden yaşadı. 19. yüzyılı ilk yarısından itibaren giderek hızlanan değişmelerle, bu 'klasik' diye nitelenen hüviyetinin bir çok unsurları ortadan kalktı; buna karşılık bir çok yeni unsurlarla beslenen yeni ve değişik bir hüviyet tebellür etmeğe başladı.
Klasik Osmanlı sisteminde, bugünkü anlamı ile bir iktisat politikasından, muhtevası, hedefleri ve devlet organizasyonunda münhasıran bu işle görevli organların varlığı bakımından bahsetmek kolay değildir. Devlet, bir çok iktisadi fonksiyonlar görmekte ve bu faaliyet esnasında çeşitli hedefler tespit etmekte idi. Ancak bu fonksiyon ve hedefler, hiçbir zaman sırf iktisadi bir mahiyet göstermez, ekseriya siyasi, dini, askeri, idari veya mali hedef ve düşüncelerle iç içe, birbirinden tefrik edilmesi zor bir karmaşıklık içinde bulunurdu. Bunun açık bir belirtisi, iktisadi mahiyette kararları alan veya uygulayan organların bürokrasi içindeki fonksiyonları itibari ile tamamen iktisat dışı alanlarda görevli olan organlar olmasıdır. Kazasker, kadı, defterdar, darphane nazırı, gümrük emini, divan beylikçisi, ilh gibi görevlerin başka fonksiyonları arasına serpiştirilmiş olan iktisadi kararlar, bir tür yan ürün niteliğinde idi.
Modern zamanlarda, parasal ilişkilerin, Pazar ilişkilerinin giderek genişlemesi ve derinleşmesi sonucudur ki iktisadi olaylar diğer toplumsal ilişkilerden bağımsız bir hüviyet kazanma imkanı bulabilmiştir. Osmanlı iktisat tarihinde devletin ekonomi üzerindeki etkileri bakımından birbirine benzemeyen, hatta çelişen eğilimlerin, uygulamaların; bir düzenlilik içinde kavranılmalarını sağlayan unsurları tespit edebilirsek, anlamsız veya anlaşılmaz görünen bir çok uygulamayı ve olguyu anlamamız, yorumlamamız mümkün olur. Bu ilkelerin açıklayıcı rolü, şüphesiz Devlete ait faaliyetlerin en geniş anlamı ile ekonomi üzerindeki etkileri ile sınırlıdır. Devlet ekonomiyi kökten değiştirecek bir güce sahip olsa idi; bu ilkeler bize, ekonomiyi tümü ile açıklamamıza yete bilirdi. Ama devletin ekonomi üzerindeki etkisi, türlü engeller yüzünden gayet sınırlı kalmaktadır. Bu sınırlılık ölçüsünde tespit edeceğimiz ilkelerin açıklayıcılık değeri de belirli sınırlar içinde düşünülmelidir.
Osmanlı devleti'nin iktisadi hayatla alakalı kararlarında 1500 ile 1800 yılları arasında etkili olmuş görünen ve Osmanlı iktisadi dünya görüşünün temel unsurları arasında sayılması gereken başlıca üç ana ilke tespit etmekteyiz bunlar iaşe ( provizyonizm ), fiskalizm ve gelenekçiliktir.
1.İaşe ( provizyonizm ) ilkesi
iktisadi faaliyete ve bu faaliyetten doğan mal ve hizmetlere başlıca iki açıdan bakmak mümkündür. Mal ve hizmetleri pazarda satmak ve kar etmek üzere satın alan veya üretim yapanların açısından iktisadi faaliyetin amacı, kısaca kar etmekten ibarettir. Alıcı veya üreticiler, mümkün olduğu kadar ucuza mal etmek ve mümkün olduğu kadar pahalı satmak için iktisadi faaliyette bulunurlar. Tüketiciler açısından iktisadi faaliyetin amacı, mal ve hizmetlerin, tam tersine, mümkün olduğu kadar ucuz, kaliteli ve bol bulunmasını sağlamaktır. Çok kar etmek için çok mal satmak bazen iyi olmakla beraber ekseriya kötüdür; çünkü malın bolluğu fiyatı düşürebilir ve bu sebepten karı azaltabilir. Tüketici için ise bolluk ve ucuzluk hemen daima arzulanan bir hedeftir.
İaşe ilkesi, iktisadi faaliyete bu iki açıdan, ikincisi, yani tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. Buna göre, iktisadi faaliyetin amacı, insanların ihtiyacını karşılamaktır. Binaenaleyh üretilen mal ve hizmetlerin,mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek düzeyde tutulması esas hedeftir.
Bu ilkenin iktisadi politika temeli olarak uzun süre yalamasını sağlayan objektif şartları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Ekonomide genel olarak verimlilik ( prodüktivite ) düşüktür ve arttırılması son derece zordur.
Mevcut durumu değiştirmeye yönelik müdahalelerin verimliliği arttırıcı olmaktan çok, düşürücü etki yapması çok daha kuvvetli bir ihtimaldir.
Ulaştırma çok zor ve pahalıdır.
İaşe ilkesi, Osmanlı iktisat politikasının en önemli ilkesidir. Bu ilkeyi geçerli kıla bilmek üzere Osmanlı devleti, ekonomide mal arzını bollaştırmak kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutmak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı şekilde yürütülen bir müdahaleciliğin benimsemiş bulunmakta idi.
Malların ilk üreticiden nihai tüketiciye intikal edinceye kadar geçtiği bütün aşamaları kapsayan bu müdahaleciliği şöyle özetleyebiliriz. Aile işletmelerinin, parçalanarak küçülmesini veya yeni arazi ilavesi ile büyük çiftliklere dönüşmesini önlemek üzere devlet, zirai toprakların mülkiyet hakkını fertlere bırakmaz kendi elinde muhafaza ederdi. Miri adı verilen bu mülkiyet rejiminde toprak, çiftçilere babadan oğla geçecek şekilde kiralanmış sayılır; Alımı satımı devletin sıkı kontrolü altında tutulur, vakfedilmesine ve bağışlanmasına müsaade edilmezdi. Çiftçilerin, zirai üretimi düşürmeye sebep olacak şekilde toprağı işlemeden tutmalarına, yahut terk ederek şehirlere veya başka bölgelere göç etmelerine izin verilmezdi.
Zirai üretimden gelen gıda maddeleri ile ham maddeleri kaza merkezinde satın almak, işlemek ve tüketiciye satmak kasaba esnafının tekelinde idi. Üretim ile tüketim arasındaki dengeyi korumak üzere devlet, her mal ve hizmeti üretmek üzere ayrı loncalar halinde örgütlendiği bu esnafları ziraatte çiftçi işletmelerinde olduğu gibi belli ortalama büyüklükleri aşmayacak kapasitedeki iş yerlerine veya dükkanlara sahip ustalardan oluşan, eşitlikçi bir cemaat halinde faaliyet göstermelerini sağlayacak şekilde bir düzenlemeye tabi tutardı.
Bu şekilde örgütlenen esnafları ile faaliyeti ile kazanın ihtiyacı karşılandıktan sonra fazla kalan üretim, ordu ve sarayın ihtiyaçlarını gidermeğe tahsis edilir, geri kalan bölümü de imparatorluğun merkezi olan ve nüfusu 500.000' i aşan İstanbul'a sevkedilmek üzere tüccara teslim edilirdi. Bütün bu kademeli ihtiyaçlar giderildikten sonra kalan mallarında imparatorluk içinde ihtiyacı olan bölge ve şehirlere, belirli iç gümrük resimlerini ödemek şartı ile tüccarlar tarafından götürülmesine izin verilirdi.
Yurt içi ihtiyaçların tümü karşılandıktan sonra fazla kalan mal varsa, onun ihraç edilmesine müsaade edilirdi. Buna karşılık ithalatın, hiçbir tahdide tabi tutulmadan serbestçe yapılmasına müsaade edilirdi. Çünkü, itahalat, yurt içinde ihtiyaç duyulan, ama ya hiç üretilmeyen veya az miktarda üretilen malların getirilmesi anlamında, iaşe ilkesine göre arzu edilen bir faaliyetti. İktisadi değimi ile marjinal faydası çok yüksek olan malların ülke pazarına girmesini sağladığı için, ithalat kolaylaştırılır, hatta teşvik edilirdi. İaşe ilkesine dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalatı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile günümüzün himayeci iktisat politikalarına hiç benzemeyen bir hüviyet göstermektedir.
2.Gelenekçilik
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadi ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme ve değişme eğilimlerini engelleme ve herhangibi bir değişme çıktığı taktirde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde tanımlanabilir.
Ziraat, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinden kaynaklanan düzenlemelerin hedefi üretim ile tüketimin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bulanıma düşme tehlikesi daima mevcuttur. Korkulan asıl tehlike kıtlıktı. Üretimin geçimlilik ( subsistence ) düzeyinin etrafında dalgalandığı endüstri öncesi ekonomilerde yaygın olan bu tehlike Osmanlı ekonomisi içinde geçerli idi. Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkanlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli olarak kontrol altında tutulurdu. Dengenin korunmasında yalnız tüketimin değil, üretiminde kontrol altında tutulması gerekiyordu. Ekonomide ihtiyaç duyulan zorunlu itahalatı sağlayacak kadar bir üretim fazlası dışında herhangibi bir mal veya hizmette üretim fazlası görülmeside arzuya şayan değildi.
Çünkü emek ve kapital gibi üretim faktörlerinin kıt olduğu ve miktarların kolayca arttırılmadığı bir ekonomide, belirli bir mal veya hizmetin üretimini arttırmak için gerekli olan ilave emek ve kapitali, diğer alanlardan çekip o mal veya hizmeti üreten sektöre kaydırmakla mümkündü.
3. Fiskalizm
Devletin iktisadi hayata karşı tavrını belirleyen ve bu alandaki düzenlemeleri yönlendiren üçüncü ilke fiskalizmdir. En genel ve kısa tanımı ile fiskalizm hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemektir. Başlıca iki gruba ayıra bileceğimiz bu zorluklar şunlardır.
A.Ekonominin objektif şartlarından doğan zorluklar:
Verimlilik ve dolayısı ile üretim düzeyi düşüktür ve uzun vadede yükseltilmesini sağlamak ne mümkündür, nede mümkün olabileceğine inanmaktır.
Ulaştırma zor ve pahalıdır.
Üretimin pazarda satmak üzere yapılan bölümü düşüktür, yani parasal ilişkiler sınırlıdır.
Objektif diye nitelendirdiğimiz bu şartlar devletin ekonomiden nakden (para olarak) alabileceği payı çok sınırlı bir düzeyde tutuyor ve arttırılmasını son derece zorlaştırıyordu.
B.Ekonominin sübjektif şartlarından doğan zorluklar:
a)İaşe ilkesi ile gelenekçiliğe dayanan düzenlemeler dünyası parasal ilişkilerin yani ticaret ve mübadele alanın genişlemesini sınırlandırmakta idi.
b)Parasal ilişkilerin genişlemesi yalnız bu ekonomik dengeyi değil, aynı zamanda sosyal / siyasal düzen ve hiyerarşiyi de bozabilecek yeni ve etkili bire sosyal zümrenin doğması ve gelişmesi ile sıkı sıkıya alakalı idi. Ekonomide parasal ilişkiler arttıkça mübadele hacmi genişledikçe, toplum içinde ticaret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşecekti. Kısaca ifade edersek böyle bir zümrenin doğması ile ekonomide parasal ilişkilerin genişlemesi arasında karşılıklı birbirini besleyen bir ilişki vardı. Böyle bir zümrenin doğması sosyal / siyasal dengeyi sarsa bileceği için arzuya şayan değildi.
Fiskalizm, aşılması zor görülen bu sınırlar içinde sıkışıp kaldığı için bir yandan, gelirleri arttırmaktan ziyade azaltmamaya ve harcamaları kısmaya matuf iki yönlü bir seri tedbirleri uygulama alanına sokmaya çalışmış diğer yandan da hapsedildiği sınırların aşılmazlığı ölçüsünde öylesine derinleşerek sertleşmiştiki neticede Osmanlı iktisadi dünya görüşünü her türlü iktisadi faaliyete sadece getireceği vergi geliri açısından bakacak ve onun ötesini giderek daha az idrak edebilecek derecede fiskosantrik hale getirme eğilimine girmiştir.
Sonuç:
Osmanlı iktisadi dünya görüşü işte bu üç ilkenin zamana bölge ve sektörlere göre değişen oranlarda birleşmelerinden meydana gelen bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde kimliğini kazanmış ve bu kimliği ile iktisadi hayatı yönlendiren düzenlemeler dünyasına vücut vermiştir. Osmanlı iktisadi düzenlemeler dünyasında anlaşılması, açıklaması ve özellikle birbiriyle telifi hiç de kolay görülmeyen miri toprak rejiminden narh uygulamasına, kapitülasyonlardan devlet tekellerine, esnaf örgütlerinden ithalat rejimine kadar pek çok uygulama ve manzarayı, bu üç ilkenin oluşturduğu referans sistemine dayanarak analiz ettiğimiz zaman, nasıl anlamlı ve açıklanabilir hale getirebileceğimizi gösteren ayrıntılı inceleme ayrı bir yazılım olacaktır.
19. Yüzyılda Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün Klasik Prensiplerimdeki Değişmeler:
Osmanlı imparatorluğunda klasik dönemde, iktisadi ilişki ve kurumlara şekil ve yön veren kararların oluşmasında bir çeşit koordinat sistemi rolü oynamış görünen bu üç prensip ve bunların istinad ettiği faktör kontrolü hertürlü değişime eğilimini istikametlerinden temel çerçeveyi teşkil etmişlerdir. Çeşitli değişime baskıları karşısında da Osmanlı karar organlarını, klasik dönemin bitiminden sonra da etkilemeye uzunca bir süre devam etmiş ve son derece yavaş değişmişlerdir.
Tradisyonalizmin bir referans prensibi olmaktan çıkması ile reform çağının başlaması arasında, daha derin planda zihni ve fikri bir zamandaşlık hatta bağlantı da mevcuttur. Osmanlı literatüründe ıslahat diye bilinen ve çok eski tarihlere kadar çıkan faaliyetlerle reform çağı arasındaki temel amaç, hep mükemmel olduğu düşünülen eski modeli ihya etmekti. Oysa 18. yüzyılın sonlarında başlayan reform çağının modeli daha başından itibaren artık eskide ve geçmişte değildi. Binaenaleyh tradisyonalizm, geçmişe dönme ve onu ihya etme düşüncesini terk edilmesi ile birlikte zihni meşruiyet zeminini de kaybetmiş bulunuyordu. Onun içindeki, 19. yüzyılın ilk yarısında klasik koordinat sisteminin en hızlı terklerinden kanadı bu olmuştur. Ancak sistemin diğer prensipleri bakımından durum farklı idi ve bunların değişmesi çok daha yavaş ve zor olmuştur. Fiskalizm, devlete sürekli yeni kaynak bulma humması içinde, varlığını daha geçmiş ve yeni alanlara yayarak sürdürmeğe devam etmiştir. Ona nazaran daha kısa ömürlü olan provizyonizmin yavaş yavaş terk edilmesi 1840'larda başlamış ve ancak 1860'lardan itibaren silinmeye yönelmiştir. Bununla beraber değişmenin yavaş yavaş oluşmakta olduğunu 1861 tarihinde imzalanan ticaret antlaşmasında artık görmeye başlıyoruz. Antlaşmada ithal gümrükleri %5'ten %8'e yükseltilmiştir, buna karşılık ihraç gümrükleri de %12'de indirilmiştir. İhracat bakımından daha da önemlisi, gümrük oranın bu had içinde tutulacağı kararının antlaşmaya dahil edilmesidir. Bu, provizyonizmin artık terk edileceğini ve ihracatın arzu edilir bir faaliyet olarak idrak edilmeye başladığını gösteren önemli bir değişmedir. Bu aşamaya, en az çeyrek yüzyıllık bir dış ticaret açığını yaşadıktan sonra ancak ulaşılabilmiş olması, provizyonizmin Osmanlı zihnindeki izlerinin derinliğinin bir ifadesi sayılmalıdır. Provizyonizm gıda ve zaruri ihtiyaç maddeleri bakımından şüphesiz tamamen terk edilmedi. Ama, klasik dönemde ve daha sonra 19. yüzyılın ortalarına kadar sınai ve zirai her türlü mal için geçerli kalan evrenselliği artık sona ermiş bulunuyordu.Fiskalizm de aynı yıllarda klasik dönemdeki katılığını, sertliğini kaybederek yumuşamaya daha esnek hale gelmeye başlamıştır. Mamafih sözü edilen prensiplerin muhtevalarına ait izlerin tümü ile tarihten silinmiş olduğu elbetteki söylenemez. Birbirinden bağımsız ve kopuk, parçalı pratikerler olarak, şartların gerektirdiği veya engellemediği hallerde, daha sonraki tarihlerde de zaman zaman şu veya bu şekilde ortaya çıkmaktan geri kalmadıkları muhakkaktır. Sona ermiş olan, her üç prensibin bir koordinat sistemi halinde, Osmanlı dünyasının iktisadi hayatı düzenlemekte istinat ettiği referans çerçevesine dayanarak inşa ettikleri sistemin, iktisadi bakımdan hem büyümeyi, hem de küçülmeyi ve dağılmayı engelleyen mekanizmaları içinde taşıdığını düşündükleri içindir ki Osmanlı eliti kurmuş oldukları sistemi ' devlet-i aliye-i ebed-müddet' diye nitelemekte tereddüt etmemişlerdi. Dış alemde oluşan ve tarihin aşkını kökten değiştiren değişmelere uzun süre direnmelerinin de dayanaklarından birini oluşturan bu referans sisteminin sonra ermesiyle zamandaş olarak, başkalaşmanın da caddesine iyice girmiş oluyorlardı. Bu cadde, bünyeyi iktisadi küçülmeye de büyümeye de götürecek risk ve şanslara açık yeni bir güzergah idi ve tarihin müteakip safhalarında bu risk ve şanslar sırası ile tecrübe edilecektir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.